Yeni Gerçekçilik Manifestosu

İtalyan filmciliği başarısını içtenliğine borçludur. Siz; bayanlar, baylar, böylesine bir içkenlikten korktuğunuz için, doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden (evet güneyden de) yükselen sinemamızı övücü seslere kulaklarınızı tıkıyorsunuz. İtalyan sinemasını, vatanını az seven, hatta sevmeyen bir sinema diye tanımlayarak, işin aslını bilmeyenlerin fikirlerini bulandırıyorsunuz. İtalyan sineması fakirliğimizi konu edinmiş kendine. Oysa ulusumuzun büyüklüğünü belirtmesi gerekir, diyorsunuz siz.
Güneşi, gökyüzünü, denizi, kişileri, kentleri rüzgâra kapılmış bayraklar kadar keyifli gösterecek bir sinema özlüyorsunuz. Adına da iyimser sinema diyorsunuz bu sinemanın. İyimser sanıyorsunuz kendinizi (Oysa hiç de iyimser değilsiniz. Konuşmamın sonunda kanıtlayacağım bunu.). Öbür sinemaya da kötümser sinema diyorsunuz. Perdeye halkı getirdiği için. Halkın bitip tükenmek bilmeyen gereksinmelerini perdede görmekten fazla hoşlanmıyorsunuz. Perde bu gereksinmeleri tarlalarda, ıslak odalarda, fabrikalarda dile getiriyor. Bir trenin önünde iki kişinin, sanki ömür boyunca birbirlerinden ayrılmayacakmışçasına çene çalışlarını gösteriyor ilkin. Ardından bir de bakıyorsunuz ki, adamlardan biri, birinci mevkiye yönelmiş, öbürü de üçüncüye. Bilinci, sanıldığından çok daha kuvvetli olan halk, tiyatronun, edebiyatın, resmin kapılarına, dayanmıştır artık. Sinema da kendisine ancak hoş geldin diyebilir.

Halk öğesi İtalyan sinemasının en etkili sözcüsüdür. İtalyan sinemasını bu sözcüden edecek olursanız, mezarını kazmış olursunuz sinemamızın. İki yıla kalmaz, İtalyan sineması ortadan silinir, gider. Yabancı ülkelere portakaldan başka bir şey yollayamayacak duruma düşeriz. (Portakalgillere bir düşmanlığım var, sanmayın sakın. Portakalı da, Verga, Pirandello gibi yazarlar yetiştirmiş ve en önemlisi, Yer Sarsılıyor (La terra trema) gibi bir: film vermiş olan Sicilya’yı da çok severim.) Demek istediğim başka. Bu ilginç konular bir yana bırakılacak olursa, İtalyan sineması, kimseyi ilgilendirmez. Başka ülkelerin filmleri ile boy ölçüşecek gücü kalmaz.

İtalyan sinemasını gerçeğe doğru yönelmiş yolundan çevirmeye kalkmak bir cinayettir.
Sinemamızın yöneldiği gerçek, hem nicelik, hem de nitelik yönünden, ezilenlerin İtalyansının gerçekleridir.

Bir vakitler, akşam olunca sokaklardan çığırtkanlar geçer, “saat dokuz, günün birinde öleceğinizi aklınızdan çıkartmayın” diye bağırırlarmış. Günümüz çığırtkanlarının “saat on bir, İtalya’da okuyup yazma bilmeyenlerin sayısını bilen var mı?” diye, “gece yarısı oldu, Po deltası halkının dertlerinden haber var mı?” diye bağırmaları gerekir. Filmlerimizin işlediği konular, nedense bir korku doğuruyor sizde. İnsanoğlunun dertlerini, başka insanlar yüzünden çektiklerini perde de görünce koltuklarınızda doğrulup, yalanlamaya çalışıyorsunuz gördüklerinizi. Benliğinizi kaplayan korku, İtalya’da (daha doğrusu bütün ülkelerde) halka en uzak kalmış kitapların başında yer alan İncil’i okurken duyduğunuz korkunun, bir benzeri bence.

Konularımıza düşmanlığımızın nedeni, belki de, perdeye yansıyan gerçeklerin, başka seyircileri, lâf ebeliğinden uzak, olumlu bir yapıcılığa ittiğini kavrayamayışınızdır. Yabancılar filmlerimize verdikleri armağanları, halkımızın, günümüzün zor koşullarına karşı koymadaki yürekliliğine yöneltiyorlar her şeyden önce. Filmlerimizi gören yabancılar, sizin korktuğunuz gibi “a ne fakir halk” sonucuna varmıyorlar. Bambaşka şeyler düşünüyorlar. İşte, gerçek durumunu yakından öğrenmek isteyen bir halk, diyorlar. İşte, hayata büyük güveni olan, hayatın düşüne değil, gerçeğine bağlanan bir halk, diyorlar. Yeni-gerçekçilik başarısını, İtalyan gerçeği içinde böyle adım, adım ilerleyişine borçludur. İtalya’da insanlar ve olaylar, öylesine üstünde o kadar yoğunlaşmışlardır ki, bunları bir yana bırakıp, kafamızda başka şeyler yaratmaya kalkmak, en azından saygısızlık olur.

Söze başlarken, aslında iyimser olmadığınızı belirtmiştim. Siz, kişinin gücüne pek inanmazsınız. Gerçeğin kişiden saklanması gerektiğini, çünkü kişinin gerçeğe dayanamayacağını ileri sürersiniz. Öte yandan, bir filmin seyircide, azıcık bir burukluk duygusu bile bırakmaması gerektiği düşüncesinin de öncülüğünü yaparsınız. Sinemadan çıkıp da evinize dönünce, sabaha kadar deliksiz uyumak istersiniz. Gerçek ve doğal bir uygarlık öğesi niteliği taşıyan sinemanın, bir eğlence, bir ticaret aracı olmaktan kurtularak, kültür alanına adım atışı sizi ilgilendirmez hiç. Sizin için önemli olan deliksiz uykudur. Filmde bir fakir, bir işsiz, başı dertte bir suçsuz varsa, istersiniz ki senaryo yazarı ile yönetmen, bunların derdine film bitmeden önce bir çare bul unlar. Sinemaya girerken ödediğiniz iki yüz liretin karşılığında, eğlenmek, heyecanlanmak, işsizlere iş bulmak, suçsuzları kurtarmak, hatta toplumsal sorunları çözmek istersiniz. Kendinizi iyimser sanmanızın nedeni bu işte.

Siz ne derseniz deyin, kötümser diye adlandırdığınız İtalyan filmleri dünyanın dört bir bucağında ilgi ile karşılanıyorlar. Avustralya’da, Japonya’da, Meksika’da, İspanya’da seyirciler bizi bu filmlerden öğreniyorlar. Gerçekleri böylesine açık bir şekilde ortaya döktüğümüzü gördükçe, savaştan bazı dersler alabildiğimizi anlıyorlar. Kendilerinden görenek ve gelenek bakımından ayrılmakla birlikte, kendi kötülüklerimizi deşerken, yeryüzünün çeşitli ülkelerine ortak kötülüklere de didindiğimizi, daha iyi bir dünyaya ulaşabilmek için gerekli ortak acıları, ortak umutları ortaya çıkarttığımızı görüyorlar.

Kötümser olduğu gerekçesi ile yıkmak, hiç değilse “yanlışlarını düzeltmek” istediğiniz İtalyan sineması, çağımızın karanlıklarına aydınlık getirmiş bir sinema okuludur.

Cesare Zavattini



Hiç yorum yok: