Redstocking Manifesto-KızılÇoraplar Manifestosu

1969’da kurulan Kızılçoraplar, kısa ömürlü radikal feminist bir örgüttü. Kızılçoraplar adı, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyılda eğitimli kadınlar için kullanılan pejoratfk bir sözcük olan “maviçoraplar” ile, radikal ve sosyalist köklere sahip gruplar için kullanılan kızıl sözcüğünü birleştirir.
I-Bireysel ve başlangıç düzeyindeki siyasi mücadele yüzyıllarından sonra, kadınlar erkek egemenliğinden nihai kurtuluşlarını elde etmek için birleşiyorlar. Kızılçoraplar, bu birliği inşa etmeye ve özgürlüğümüzü kazanmaya adanmıştır.
II-Kadınlar, ezilen [oppressed] bir sınıftır. Bizim ezilmişliğimiz bütüncüldür, hayatlarımızın her yönünü etkiler. Bizler, cinsel objeler, besleyiciler, ev içi hizmetçiler ve ucuz emek olarak sömürülüyoruz. Bizler tek amaçları erkeklerin hayatlarını iyileştirmek olan aşağı varlıklar olarak düşünülüyoruz. Bizim insanlığımız inkar edilmiştir. Bizim önceden belirlen davranışımız, fiziksel şiddet tehdidiyle zorla yaptırılmıştır. Çünkü biz, bizi ezenlerle, birbirimizden izole edilmiş biçimde öylesine samimi yaşadık ki, kişisel olarak gördüğümüz zararı siyasi bir durum olarak görmemiz engellendi. Bu, bir kadının erkeğiyle ilişkisinin iki ayrı kişilik arasındaki etkileşim meselesi olduğu ve bunun bireysel olarak çözülebileceği yanılsamasını yaratır.Gerçekte, her bu tip ilişki bir sınıf ilişkisidir, bireyler olarak erkekler ve kadınlar arasındaki çelişkiler siyasi çelişkilerdir ve yalnızca kolektif olarak çözülebilirler.
III- Ezilmemizin aktörlerini erkekler olarak tanımlıyoruz. Erkek egemenliği, en eski, en temel tahakküm biçimidir. Sömürü ve baskının diğer bütünm biçimleri (ırkçılık, kapitalizm, emperyalizm, vb) erkek egemenliğinin türevleridir: erkekler kadınları tahakküm altına alır, bir kaç erkek geri kalanı baskı altında tutar. Tarih boyunca bütün iktidar yapıları erkek-egemen ve eril kökenli olmuştur. Erkekler bütün siyasi, ekonomik ve kültürel kurumları kontrol etmişler ve bu kontrolü fiziki güçle desteklemişlerdir. İktidarlarını kadınları aşağı bir konumda tutmak için kullanmışlardır. Bütün erkekler, erkek egemenliğinden ekonomik, cinsel ve psikolojik fayda sağlarlar. Bütün erkekler kadınları ezmiştir.
IV- Sorumluluğu erkeklerden alıp kurumlara ve kadınların kendisine yüklemek için çalışmalar yapılmıştır. Bu argümanların bahane olduğunu açığa vuruyoruz. Kurumlar tek başına kadınları ezmez; kurumlar sadece ezenlerin araçlarıdır. Kurumları suçlamak, erkekler ve kadınların eşit derecede haksızlığa uğradığı anlamına gelir, erkeklerin kadınların bastırılmışlığından faydalandıkları gerçeğini gizler ve erkeklere onların ezenler olmaya zorlandıkları bahanesini sağlar. Aksine, her erkek, başka bir erkek tarafından kendisine kadın gibi davranılmasını istemek kaydıyla bu üstün konumundan vazgeçmekte özgürdür. Bizler ayrıca kadınların kendi ezilmişliklerine rıza gösterdiklerini veya bundan sorumlu olduklarını da reddediyoruz. Kadınların boyun eğişi beyin yıkamanın, aptallığın ya da akıl hastalığının değil, erkeklerin sürekli ve hergün uyguladıkları baskının sonucudur. Biz kadınlar kendimizi değiştirmeye ihtiyaç duymuyoruz, erkekleri değiştirmeye ihtiyaç duyuyoruz. Bütün bunların arasında en iftiracı bahane kadınların erkekleri ezebileceğidir. Bu aldatmacanın temeli, bireysel ilişkilerin siyasi bağlamlarından koparılmış olması ve erkeklerin kendi ayrıcalıklarına yönelik her meşru karşı çıkışı zulüm olarak görme eğilimleridir.
V-Biz kişisel deneyimimizi ve bu deneyime dair duygularımızı ortak durumumuzun analizi için temel olarak alıyoruz. Var olan ideolojilere güvenemeyiz çünkü onların hepsi erkeği üstün tutan kültürün ürünü. Her genellemeyi sorguluyoruz ve deneyimizce doğrulanmayan hiçbirini kabul etmiyoruz. Şu anda bizim birinci görevimiz, deneyim paylaşarak ve bütün kurumlarımızın cinsiyetçi altyapısını açığa vurarak kadın sınıf bilincini geliştirmektir. Bilinç-yükseltme, bireysel çözümlerin var olduğu anlamına gelen ve yanlış bir biçimde erkek-kadın ilişkisinin bütünüyle kişisel olduğunu varsayan, “terapi” değil onun aracılığıyla özgürlük programımızın yaşamlarımızın somut gerçeğine dayandığını garantileyebildiğimiz biricik yöntemdir. Sınıf bilincini yükseltmenin birinci koşulu, özelde ve kamusalda, kendimize ve diğer kadınlara karşı dürüst olmaktır.
VI. Biz kendimizi bütün kadınlarla özdeşleştiriyoruz. En önemli çıkarımızı, en yoksul, en çok zalimce sömürülen kadınınki olarak tanımlıyoruz. Bizi diğer kadınlardan ayıran ekonomik, ırksal, eğitimsal ya da statüye bağlı bütün ayrıcalıkları reddediyoruz. Diğer kadınlara yükleyeceğimiz her türlü ön yargıyı fark etmeye ve yok etmeye kararlıyız. İçsel demokrasiye ulaşmaya kendimizi adamış durumdayız. Hareketimize katılan her kadının katılım için eşit şansa sahip olmasını, sorumluluk almasını ve kendi siyasi potansiyelini geliştirmesini sağlamak için ne gerekiyorsa yapacağız.
VII- Bütün kızkardeşlerimizi mücadelede bizimle birleşmeye çağırıyoruz. Bütün erkekleri, erkeklik ayrıcalıklarından vazgeçmeye ve insanlığın ve kendilerinin yararına kadınların özgürlük hareketini desteklemeye çağırıyoruz. Özgürlük mücadelesinde, biz daima kadınları ezenlere karşı kadınların tarafında olacağız. Neyin “devrimci” neyin “reformist” olduğunu değil yalnızca kadınlar için neyin iyi olduğunu soracağız. Bireysel çekişmelerin zamanı geçti. Bu kez hepimiz beraber yürüdüğümüz yolumuzda gidiyoruz. 7 Temmuz 1969

Devamını okuyun...>>

Fotoakbaba Manifestosu

“Auschwits’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır”
t. Adorno

Fotoğrafın 19 ağustos 1839 tarihinde Fransa Bilimler Akademisi tarafından "yeni bir keşif" denilerek dünyaya ilan edilmesinden bugüne geçen 1.5 asırlık süre boyunca insanlığın görsel hafızasına milyonlarca kare fotoğraf, fotoğrafçılar tarafından çekildi ve sunuldu.

Sunulmuş olan milyonlarca kare fotoğraftan geriye kalansa şu an, şimdi hatırladıklarımızdan ötesi değil. İşte bu grubu bir araya getiren de belleğimize yer etmiş bir avuç fotoğraftan başkası değil; Nick ut'ın napalm bombasından kaçan kız çocuğu, Cappa'nın vurulan cumhuriyetçisi, Rodchenko'nun insan yüzleri, Salgado'nun işçileri, Economopoulos'un kaosu, James Nachtvvey'in şiddeti ve bu fotoğraflardaki katıksız tavır bizi bir noktada birleştirdi. Şimdi kekeme zamanlardayız, taraf olmanın saçma olduğunu söylüyor gazeteler, eğer ille taraf olunacaksa aynadaki suretinin tarafını tutmayı pikselli yor televizyon, aynı anı ve aynı mekanı paylaşabiliyor gerçek ile sahte; kaldırımın kenarındaki yoksulluk kadar midemizi kaldırmıyor yaşanan, görmüyoruz, sımsıkı kapanmış gözlerin arkasında bencilliğin katıksız mutluluğunu yaşıyor bir evi, bir arabası olanlar, insanın yaşama eyleminin kendisi yani en basitinden yemek yemesi, barınabilmesi, sevişmesi, çocuklarını büyütebilmesi, bunların artık ödenmesi gereken bir bedeli var ve bu bedel yaşadığımız şu an tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şiddetin altında eziliyor. Bağdat'a yağan tonlarca metalin yarattığı şiddet ile bu ülkenin sokaklarında saatlerce kağıt ve ne ironiktir metal toplayan insanların yaşadığı şiddetin tek farkı yoğunluğu, burada aç bırakılanlar, orada topluca öldürülüp geriye kalanlara da nasıl yaşamaları gerektiği dikte ettirilenler, ve hepsinin ortasında buna karşı yola düşenler. "Hepimiz bir halkız, hepimiz sonuçta insanız" diyen Salgado, fotoğrafçının tarafını da imliyor. Bizi birleştiren noktanın imlediği taraf, insanlığın tarafı ve taraf olmanın zorunlu gerekirliliği tüm bu barbarlığın ortasında elden ne geliyorsa onu yapmaktır.
fotoAkbAbA

Devamını okuyun...>>

Yeni Gerçekçilik Manifestosu

İtalyan filmciliği başarısını içtenliğine borçludur. Siz; bayanlar, baylar, böylesine bir içkenlikten korktuğunuz için, doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden (evet güneyden de) yükselen sinemamızı övücü seslere kulaklarınızı tıkıyorsunuz. İtalyan sinemasını, vatanını az seven, hatta sevmeyen bir sinema diye tanımlayarak, işin aslını bilmeyenlerin fikirlerini bulandırıyorsunuz. İtalyan sineması fakirliğimizi konu edinmiş kendine. Oysa ulusumuzun büyüklüğünü belirtmesi gerekir, diyorsunuz siz.
Güneşi, gökyüzünü, denizi, kişileri, kentleri rüzgâra kapılmış bayraklar kadar keyifli gösterecek bir sinema özlüyorsunuz. Adına da iyimser sinema diyorsunuz bu sinemanın. İyimser sanıyorsunuz kendinizi (Oysa hiç de iyimser değilsiniz. Konuşmamın sonunda kanıtlayacağım bunu.). Öbür sinemaya da kötümser sinema diyorsunuz. Perdeye halkı getirdiği için. Halkın bitip tükenmek bilmeyen gereksinmelerini perdede görmekten fazla hoşlanmıyorsunuz. Perde bu gereksinmeleri tarlalarda, ıslak odalarda, fabrikalarda dile getiriyor. Bir trenin önünde iki kişinin, sanki ömür boyunca birbirlerinden ayrılmayacakmışçasına çene çalışlarını gösteriyor ilkin. Ardından bir de bakıyorsunuz ki, adamlardan biri, birinci mevkiye yönelmiş, öbürü de üçüncüye. Bilinci, sanıldığından çok daha kuvvetli olan halk, tiyatronun, edebiyatın, resmin kapılarına, dayanmıştır artık. Sinema da kendisine ancak hoş geldin diyebilir.

Halk öğesi İtalyan sinemasının en etkili sözcüsüdür. İtalyan sinemasını bu sözcüden edecek olursanız, mezarını kazmış olursunuz sinemamızın. İki yıla kalmaz, İtalyan sineması ortadan silinir, gider. Yabancı ülkelere portakaldan başka bir şey yollayamayacak duruma düşeriz. (Portakalgillere bir düşmanlığım var, sanmayın sakın. Portakalı da, Verga, Pirandello gibi yazarlar yetiştirmiş ve en önemlisi, Yer Sarsılıyor (La terra trema) gibi bir: film vermiş olan Sicilya’yı da çok severim.) Demek istediğim başka. Bu ilginç konular bir yana bırakılacak olursa, İtalyan sineması, kimseyi ilgilendirmez. Başka ülkelerin filmleri ile boy ölçüşecek gücü kalmaz.

İtalyan sinemasını gerçeğe doğru yönelmiş yolundan çevirmeye kalkmak bir cinayettir.
Sinemamızın yöneldiği gerçek, hem nicelik, hem de nitelik yönünden, ezilenlerin İtalyansının gerçekleridir.

Bir vakitler, akşam olunca sokaklardan çığırtkanlar geçer, “saat dokuz, günün birinde öleceğinizi aklınızdan çıkartmayın” diye bağırırlarmış. Günümüz çığırtkanlarının “saat on bir, İtalya’da okuyup yazma bilmeyenlerin sayısını bilen var mı?” diye, “gece yarısı oldu, Po deltası halkının dertlerinden haber var mı?” diye bağırmaları gerekir. Filmlerimizin işlediği konular, nedense bir korku doğuruyor sizde. İnsanoğlunun dertlerini, başka insanlar yüzünden çektiklerini perde de görünce koltuklarınızda doğrulup, yalanlamaya çalışıyorsunuz gördüklerinizi. Benliğinizi kaplayan korku, İtalya’da (daha doğrusu bütün ülkelerde) halka en uzak kalmış kitapların başında yer alan İncil’i okurken duyduğunuz korkunun, bir benzeri bence.

Konularımıza düşmanlığımızın nedeni, belki de, perdeye yansıyan gerçeklerin, başka seyircileri, lâf ebeliğinden uzak, olumlu bir yapıcılığa ittiğini kavrayamayışınızdır. Yabancılar filmlerimize verdikleri armağanları, halkımızın, günümüzün zor koşullarına karşı koymadaki yürekliliğine yöneltiyorlar her şeyden önce. Filmlerimizi gören yabancılar, sizin korktuğunuz gibi “a ne fakir halk” sonucuna varmıyorlar. Bambaşka şeyler düşünüyorlar. İşte, gerçek durumunu yakından öğrenmek isteyen bir halk, diyorlar. İşte, hayata büyük güveni olan, hayatın düşüne değil, gerçeğine bağlanan bir halk, diyorlar. Yeni-gerçekçilik başarısını, İtalyan gerçeği içinde böyle adım, adım ilerleyişine borçludur. İtalya’da insanlar ve olaylar, öylesine üstünde o kadar yoğunlaşmışlardır ki, bunları bir yana bırakıp, kafamızda başka şeyler yaratmaya kalkmak, en azından saygısızlık olur.

Söze başlarken, aslında iyimser olmadığınızı belirtmiştim. Siz, kişinin gücüne pek inanmazsınız. Gerçeğin kişiden saklanması gerektiğini, çünkü kişinin gerçeğe dayanamayacağını ileri sürersiniz. Öte yandan, bir filmin seyircide, azıcık bir burukluk duygusu bile bırakmaması gerektiği düşüncesinin de öncülüğünü yaparsınız. Sinemadan çıkıp da evinize dönünce, sabaha kadar deliksiz uyumak istersiniz. Gerçek ve doğal bir uygarlık öğesi niteliği taşıyan sinemanın, bir eğlence, bir ticaret aracı olmaktan kurtularak, kültür alanına adım atışı sizi ilgilendirmez hiç. Sizin için önemli olan deliksiz uykudur. Filmde bir fakir, bir işsiz, başı dertte bir suçsuz varsa, istersiniz ki senaryo yazarı ile yönetmen, bunların derdine film bitmeden önce bir çare bul unlar. Sinemaya girerken ödediğiniz iki yüz liretin karşılığında, eğlenmek, heyecanlanmak, işsizlere iş bulmak, suçsuzları kurtarmak, hatta toplumsal sorunları çözmek istersiniz. Kendinizi iyimser sanmanızın nedeni bu işte.

Siz ne derseniz deyin, kötümser diye adlandırdığınız İtalyan filmleri dünyanın dört bir bucağında ilgi ile karşılanıyorlar. Avustralya’da, Japonya’da, Meksika’da, İspanya’da seyirciler bizi bu filmlerden öğreniyorlar. Gerçekleri böylesine açık bir şekilde ortaya döktüğümüzü gördükçe, savaştan bazı dersler alabildiğimizi anlıyorlar. Kendilerinden görenek ve gelenek bakımından ayrılmakla birlikte, kendi kötülüklerimizi deşerken, yeryüzünün çeşitli ülkelerine ortak kötülüklere de didindiğimizi, daha iyi bir dünyaya ulaşabilmek için gerekli ortak acıları, ortak umutları ortaya çıkarttığımızı görüyorlar.

Kötümser olduğu gerekçesi ile yıkmak, hiç değilse “yanlışlarını düzeltmek” istediğiniz İtalyan sineması, çağımızın karanlıklarına aydınlık getirmiş bir sinema okuludur.

Cesare Zavattini




Devamını okuyun...>>

Rus Fütürist Manifestosu-1912 "Genel Beğeniye Tokat"

Biz, çağımızın yüzüyüz. Çağımızın av borusu, sözcükler sanatında bizimle ses veriyor.
Geçmiş daracıktır. Akademi ve Puşkin, hiyerogliflerden daha anlaşılmazdır.
Puşkin'i, Dostoyevski'yi, Tolstoy'u, vb.'ni, çağdaşlık gemisinin bordasından fırlatıp atmak gerekir.
İlk aşkı unutmayan, sonuncusunu da yaşayamaz.
Kim, son aşkını, güven içinde, Balmont'un ıtırlı baştan çıkarıcılıklarına götürür? Acaba bugünün yağız ruhunu yansıtanlar onlar mı?
Hangi, alçak, cengaver Briusov'un siyah frankındaki kağıttan zırhı yırtmaktan korkacak? Sakın bilinmez güzellikleri yansıtıyor olmasın.
Sayısız Leonid Andreev'lerin yazdığı kitapların pis sümüklerine değen ellerinizi yıkayın.
Bütün bu Maksim Gorki, Kuprin, Blok, Sologub, Remizov, Averçenko, Çerny, Kuzmin ve Bunin'lerin ve benzerlerinin, ırmak kıyısında bir evden başka şeye gereksinimleri yok. Kaderin, terzilere layık gördüğü ödüldür bu.
Bunların hiçliğini, gökdelenlerin tepesinden seyrediyoruz.
Şairlerin şu haklarını kutsamayı buyuruyoruz:
1-Sözcükler ve keyfe bağlı üertimle (Yenilik-sözcük), söz dağarcığını oylum olarak büyütmek.
2-Şairlerin, kendilerinden önceki dile, önüne geçilmez bir kin duymaları.
3-Sizin, beş paralık bir şan şöhretin çalı çırpı süpürgelerinden yaptığınız çelengi, iğrenerek başlarından çıkarmaları.
4-Bir ıslık ve kızgınlık denizinin ortasında, ''biz'' sözcüğünün kayasına tutunmaları.
Ve şimdilik, şiirlerimiz Siz'in ''Sağduyunu''nuzun ve ''Sağbeni''nizin pis damgasını taşısa da, bu şiirlerde, Özgeçerliliğini (özerkliği) olan Söz'ün Gelecek Yeni Güzelliği'nin Şimşekleri, ilk olarak daha şimdiden titreşmektedir.

D.Burliuk, Aleksandr Krutçenykh, V.Mayakovski, V.Hlebnikov

Aralık 1912, Moskova



Devamını okuyun...>>

Jonas Mekas’tan Sinemanın 100 Yılı Karşıtı Manifesto

“Hepinizin iyi bildiği gibi bu dünyayı ve üzerindeki her şeyi yaratan Tanrıydı. Ve tüm bunların harika olduğunu düşünüyordu. Tüm ressamlar, şairler ve müzisyenler yaradılışı şarkılarla kutluyorlardı ve her şey yolundaydı. Ama gerçek değildi. Bir şeyler eksikti. O yüzden yüz yıl kadar önce Tanrı sinema kamerasını yaratmaya karar verdi. Ve bunu yaptı da. Sonra bir yönetmen yarattı dedi ki ‘işte sana sinema kamerası diye bir alet. Şimdi git, film çek, yaradılışın ve insan ruhunun düşlerinin güzelliğini kutla ve bunun tadını çıkar.’

Ama şeytan bundan hiç hoşlanmadı. Bu yüzden kameranın önüne bir torba dolusu para koydu ve yönetmenlere şöyle dedi ‘bu aletle para kazanabilecekken neden dünyanın güzelliğini ve ruhunu kutlamak istiyorsunuz ki?’ Ve, ister inanın ister inanmayın, tüm yönetmenler para torbasının peşine düştüler. Tanrı bir hata yaptığını fark etti. Yirmi beş yıl kadar sonra, hatasını düzeltmek üzere bağımsız avant-garde yönetmenleri yarattı ve şöyle dedi, ‘İşte size kamera. Alın onu, dünyaya gidin ve tüm yaradılışın güzelliğinin şarkılarını söyleyin ve bunun tadını çıkarın. Ama bunu yaparken zor zamanlar geçireceksiniz, ve bu aletle hiçbir zaman para kazanamayacaksınız.’

İşte böyle konuştu Tanrı Viking Eggeling, Germaine Dulac, Jean Epstein, Fernand Leger, Dmitri Kirsanoff, Marcel Duchamp, Hans Richter, Luis Bunuel, Man Ray, Cavalcanti, Jean Cocteau, Maya Deren, Sidney Peterson, Kenneth Anger, Gregory Markopoulos, Stan Brakhage, Marie Menken, Bruce Baillie, Francis Lee, Harry Smith, Jack Smith, Ken Jacobs, Ernie Gehr, Ron Rice,
Michael Snow, Joseph Cornell, Peter Kubelka, Hollis Frampton, Barbara Rubin, Paul Sharits, Robert Beavers, Christopher McLain, Kurt Kren, Robert Breer, Dore O, Isidore Isou, Antonio De Bernardi, Maurice Lemaitre, Bruce Conner, Klaus Wyborny, Boris Lehman, Bruce Elder, Taka Iimura, Abigail Child, Andrew Noren ve pek çok diğeri ile. Dünyanın dört köşesinden pek çok yönetmenle. Onlar da Bolex’lerini, 8mm’lerini ve Super-8 kameralarını alıp bu dünyanın güzelliklerini ve insan ruhunun karmaşık maceralarını filme almaya başladılar, üstelik bundan
büyük bir keyif aldılar. Filmler hiç para getirmedi ve işe yarar bir amaca da hizmet etmedi.

Dünyanyn dört bir köşesindeki müzeler sinemanın yüzüncü doğum gününü kutluyorlar, bu onlara sinemanın yaptığı yüz milyonlarca dolara mal oluyor, Hollywoodlarına deli oluyorlar. Ama avant-garde’lardan ya da sinemamızın bağımsızlarından bahseden yok.
Dünyanın pek çok yerindeki müzelerin, arşivlerin ve sinemateklerin broşürlerini, programlarını gördüm. Hepsi de “biz sizin sinemanızla ilgilenmiyoruz” diyor. Büyüklüğün, görkemin, yüz milyonluk film yapımlarının devrinde ben insan ruhunun o ince ve ufak, küçük ve görünmez işlerinden konuşmak istiyorum, öyle ki bu işler açık ışık altında kaldıklarında ölürler. Sinemanın küçük formlarını kutlamak istiyorum, lirik formu, şiiri, suluboyaları, etüdü, karalamaları, portreyi, arabeski ve küçük 8mm şarkıları. Herkesin başarılı olup satış yapmak istediği bu
zamanda, ben görünmezin, para ve ekmek getirmeyen güncel tarih, sanat tarihi ya da herhangi başka bir tarih yazmayan kişisel şeylerin peşine düşen, sosyal ve günlük olanı kucaklayanları kutlamak istiyorum. Ben birbirimiz için, birer dost olarak yaptığımız sanatın tarafındayım.

Bilgi otoyolunun tam ortasında duruyorum ve gülüyorum, çünkü Çin’de bir yerlerdeki bir çiçeğin üzerindeki bir kelebek az önce kanatlarını çırptı, ve ben tüm tarihin, kültürün bu kanat çırpışı yüzünden şiddetle değişeceğini biliyorum. Çalışmakta olan bir Super-8 milimetre kamera az önce bir yerlerde ufak bir ses çıkardı, New York’un aşağı doğu yakasında bir yerlerde, ve dünya bir daha asla aynı olmayacak.

Sinemanın gerçek tarihi görünmez bir tarihtir. Bir araya gelen, sevdikleri işi yapan dostların tarihi. Bizim için sinema, projektörün her çalışmaya başlarken çıkardığı sesle, kameralarımızın her çalışmaya başlamasıyla başlar. Kameralarymızın çalışmaya başlarken çıkardıkları sesle, kalplerimiz dostlarımıza doğru sıçrar.”

Jonas Mekas
11 Şubat 1996
Amerikan Merkezi, Paris

Devamını okuyun...>>