Erekte Şiir Manifestosu - 2008 - Bay Perşembe

Erekte Şiir manifestosuna Ön Giriş:

Erekte Şiir Nedir?
Erekte şiir ayaktadır, başkaldırır… Sadece sisteme değil; aynı zamanda dünyaya ve insana da… Parıltılı hümanizm nutuklarına karnı toktur; kötülüğün kaynağını hep insan da arar. Karanlığı çift yönlü okur; gerektiğinde karanlığa dalmaktan çekinmez.
Politik doğruculuğa ve benzer liberal zırvalara pabuç bırakmaz; hep uyanıktır, ayaktadır. Aynaların ve kadınların çoğaltma gücü ile sistemin kendini yeniden yeniden üretme gücü arasında gerekli analojiyi kurar; bu yüzden fallik bir dilden kaçınır.
Hayatın her alanından sızan şiddetin görmezden gelmez; yalanı reddeder; hastalıklarına karşı da dürüsttür. Şiddetin söylemini-eylemini de içine alır. Sade’dan Artaud’a bir gelenekten beslenir, yani Erektedir…

( 2007)

Erekte Şiir manifestosuna Ön Giriş 2:

Erekte Şiir, Sokak Şiiridir;

Sokağın deneyimlerine ortak olmak, sokakta yeni deneyimler yaşamak, gündelik gerçekliğin gizlediği olağanüstüyü açığa çıkarmak, yeni durumlara yelken açmak…

Önemli olan sadece sokakta kalmak-yaşamak değil, sokakla yaşamaktır.Şiir sadece basılı kağıda hapsedilemez. Markör ile duvara, elektrik direğine, telefon kulübesine de yazılabilmelidir. Sokaklara kendimizi sürüklerken sticker’a şiir otomatik yazılmalı ve yapıştırılmalıdır. Büyük bina çatılarından, otobüs camlarından kuşlanmalıdır. Sokakta yazılan şiir kaynağına yani sokağa geri dönmelidir.

Erekte Şiir, Gerçekliğin Karşısındadır;

Gündelik gerçekliğin sistemin sürekli yeniden ürettiği bir illüzyona dönüştüğü 21. yüzyıl başında Erekte Şiir, Gerçek için gerçekliğin karşısındadır. Gerçekliği düş ile takas eder.


Erekte Şiir, Anti-Oligarşiktir;

Edebiyat dünyasının köşelerini tutmaya çalışan, egolarının ağırlığından kendi cemaatlerini kuran, ‘bu iyi-bu kötü şiirdir, bu şiirdir-bu değildir’ fetvaları yayınlayanlardan icazet almaz.

Erekte Şiir, Bağımsızdır;

Her hangi bir güç merkezi yada odağına uzaktır, onlara eklemlenmez, bağımsız ve özgür varolur. Şiirin belli kurallara, geleneklere bağlı olmasını manupüle eden derebeylerine karşı özgünlüğün ve özgürlüğün savunucusudur.

Erekte Şiir, Liberterdir;

Toplumun her hücresine kanser gibi yayılmaya çalışılan lümpen milliyetçi, gerici, muhafazakar anlayışlarla uzlaşmazdır. Osmanlıca avantgarde kurgularına pabuç bırakmaz.

Erekte Şiir, Erektedir!

Bay Perşembe

22 Haziran 2008


Devamını okuyun...>>

Komunist Parti Manifestosu - K. Marks, F. Engels

Komünist Parti Manifestosu

Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - Komünizm hayaleti. Avrupa'nın tüm eski güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı için ittifak halindeler, Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polisleri.

İktidardaki rakiplerince çığlık çığlığa komünist diye saldırılmayan hiçbir muhalefet partisi var mı? Daha ilerici muhaliflere olduğu gibi, gerici rakiplerine de damgalayıcı bir komünizm suçlamasıyla karşılık vermeyen hiçbir muhalefet partisi var mı?

Bu gerçeklikten iki şey çıkıyor.

Komünizm, artık tüm Avrupa güçlerince bir güç olarak kabul edilmiştir.

Komünistlerin, bakış tarzlarını, amaçlarını ve eğilimlerini tüm dünya önünde açıkça ortaya koymaları ve Komünizm hayaleti masalının karşısına bir parti manifestosuyla bizzat çıkmalarının tam zamanıdır.

Bu amaçla en değişik milliyetlerden Komünistler Londra'da toplandılar ve İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Flamanca ve Danimarka dilinde yayınlanmak üzere aşağıdaki manifestoyu oluşturdular.
I - Burjuvalar ve Proleterler [ 1 ]

Bugüne kadarki tüm toplum [ 2 ] tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.

Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.

Tarihin daha önceki dönemlerinde, hemen her yerde toplumun değişik katmanlara tam bir ayrılmışlığını, toplumsal konumların çeşitli basamaklara ayrılmasını görüyoruz. Eski Roma'da, patrisyenler, şövalyeler, plebler, köleler; ortaçağda, feodal beyler, vasaller, lonca ustası, çıraklar, serfler; üstelik hemen her bir sınıf da kendi içinde özel bir basamaklılık gösteriyor.

Feodal toplumun çökmesiyle oluşan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlığını ortadan kaldırmış değil. Yalnızca, eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni ezme koşulları, yeni mücadele biçimleri getirmiştir.

Ne var ki burjuvazinin dönemi olan çağımızın başlıca özelliği, sınıf karşıtlıklarını basitleştirmiş olmasıdır. Giderek toplumun tümü birbirine düşman iki safa, birbirine doğrudan karşıt iki büyük sınıfa ayrılıyor: Burjuvazi ile proletarya.

Ortaçağın serflerinden ilk kentlerin imtiyazlı köylüleri, imtiyazlı köylülükten de burjuvazinin ilk unsurları oluştu.

Amerika'nın keşfi, Afrika'nın gemiyle dolanılması, yükselen burjuvaziye yeni bir alan yarattı. Doğu Hint ve Çin pazarı, Amerika'nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle alışveriş, mübadele araçlarında ve genel olarak metadaki artış, ticarete, gemiciliğe, sanayiye görülmemiş bir yükselme getirdi ve böylece de yıkılmakta olan feodal toplumun içindeki devrimci öğeye hızlı bir gelişme sağladı.

Sanayide o zamana kadarki feodal veya lonca yapılı işletme tarzı, yeni pazarlarla büyüyen talebi karşılamaz oldu. O yapıların yerini manüfaktür aldı. Sanayi orta kesimi, lonca ustalarını bir kenara itti; işin değişik korporasyonlar arasında bölünmesi, işin her bir atölyenin kendi içindeki bölünmesi önünde yitip gitti.

Ama pazarlar sürekli büyüyor, talep sürekli yükseliyordu. Manüfaktür de yetmez oldu. İşte bu noktada buhar ve makineleşme, sanayi üretimine devrim getirdi. Manüfaktürün yerini modern büyük sanayi alırken, sanayi orta kesiminin yerini de endüstri milyonerleri, tüm sanayi ordularının patronları, modern burjuvazi aldı.

Büyük sanayi, Amerika'nın keşfinin hazırladığı dünya pazarını oluşturdu. Dünya pazarı ise, ticarete, gemiciliğe, kara ulaşımına ölçüsüz bir gelişme sağladı. Bu da yine sanayiyi geliştirici etki yaptı ve sanayinin, ticaretin, gemiciliğin, demiryollarının genişlemesi ölçüsünde burjuvazi de gelişti, sermayesini artırdı, ortaçağdan kalma tüm sınıfları geriye itti.

Demek ki modern burjuvazinin kendisinin de nasıl uzun bir gelişme sürecinin, üretim ve değişim tarzlarındaki bir dizi dönüşümlerin ürünü olduğu görülüyor işte.

Burjuvazinin bu gelişim basamaklarının her birini, ona uyan bir politik ilerleme izliyordu. Feodal beylerin egemenliğinde baskı altındaki bir kesim, komün[ 3 ] içinde silahlı ve kendi kendini yöneten birlik, şurada bağımsız kent cumhuriyeti, orada monarşiye karşı vergi yükümlüsü üçüncü kesim, sonra manüfaktür döneminde mutlak veya meşruti monarşilerde soylulara karşı denge gücü, bütünüyle büyük monarşilerin temeli olarak burjuvazi, mücadelesinin sonucunda nihayet büyük sanayinin ve dünya pazarının oluşturulmasıyla modern temsili devlette siyasal iktidarı tek başına ele geçirdi. Modern devlet gücü, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden ibarettir.

Burjuvazi, tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır.

İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz "nakit ödeme" dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece yüksek heyecanları da, dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir.

Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.

Burjuvazi, aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir.

Burjuvazi, ortaçağda gericiliğin öylesine hayranlığını uyandıran kaba kuvvet gösterisinin maskesini indirip, ona nasıl hantalca bir ayı postunun yakıştığını açığa çıkarmıştır. İnsan eyleminin neleri başarabileceğini ilk kanıtlayan burjuvazi olmuştur. Mısır'ın piramitlerinden, Roma'nın su kanallarından ve gotik katedrallerden çok başka harikalar yaratmış, Kavimler Göçünden ve Haçlı Seferlerinden çok başka seferler gerçekleştirmiştir.

Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz. Buna karşılık, eski üretim tarzının değişmeksizin korunması da tüm eski sanayi sınıflarının ilk varoluş koşuluydu. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva döneminin tüm ötekilerden ayırt edici niteliğidir. Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskimektedir. Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan düşüyor ve insanlar nihayet yaşam tavırlarına, karşılıklı ilişkilerine, ayılmış gözlerle bakmak zorunda kalıyorlar.

Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.

Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.

Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. Ürettiği mallara koyduğu ucuz fiyatlar, tüm Çin Seddini temelden yıkacak, barbarların en inatçı yabancı düşmanlıklarını teslime zorlayacak ağır toplardır. Burjuvazi, tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye, yani burjuva olmaya zorluyor onları. Tek kelimeyle, kendi istediği gibi bir dünya yaratıyor kendine.

Burjuvazi, kırı kent egemenliği altına soktu. Koskoca kentler yarattı, kentli nüfusu kırsal nüfusa göre büyük oranda artırdı ve böylece nüfusun önemli bir bölümünü kırsal yaşamın bönlüğünden kopardı. Köyü kente bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere ve köylü halkları burjuva halklara, Doğuyu da Batıya bağımlı hale getirdi.

Üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun parçalılığını adım adım ortadan kaldırıyor burjuvazi. Nüfusu bir çimento bağlamında bütünleyip, üretim araçlarını merkezleştiriyor ve mülkiyeti az kişinin ellerinde yoğunlaştırıyor. Bunun zorunlu sonucu ise siyasal merkezleşmeydi. Çıkarları, yasaları, hükümetleri ve gümrükleri farklı, bağımsız, hemen yalnızca ittifakları olan eyaletler, tek ulus, tek hükümet, tek yasa, tek ulusal sınıf çıkarı, tek gümrük sınırı içine sıkıştırıldı.

Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan sınıf egemenliği süresinde, daha önceki kuşakların toplamından daha kitlesel ve daha muazzam üretim güçleri oluşturdu. Doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi, yerinden koparılan bütün insan toplulukları —daha önceki hangi yüzyıl, toplumsal emeğin bağrında böylesine üretim güçlerinin yattığını sezmiştir!

Dernek ki gördük işte: Burjuvazinin o temele dayanarak kendini ortaya çıkardığı üretim ve değişim araçları, feodal toplumda oluşmuştu. Ancak bu üretim ve değişim araçlarının belli bir gelişim aşamasında, feodal toplumun üretim ve mübadelesini dayadığı ilişkiler, tarımın ve imalatın feodal örgütlenişi, tek kelimeyle feodal mülkiyet ilişkileri, artık o gelişmiş üretici güçlere uymaz oldu. Bu ilişkiler, üretime destek olacağına onu frenliyordu. Giderek bir o kadar çok kelepçelere dönüştü bu mülkiyet ilişkileri. Kelepçelerin parçalanması gerekiyordu, parçalandı.

Onun yerini serbest rekabet ile ona uygun toplumsal ve siyasal düzen, burjuvazinin siyasal ve ekonomik egemenliği aldı.

Şimdi gözlerimizin önünde benzer bir hareket cereyan ediyor. Burjuva üretim ve değişim koşulları, burjuva mülkiyet ilişkileri, öylesine büyük üretim ve değişim araçlarını oluşturma büyüsünü başarmış o burjuva toplumu, yer altından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez olan cinci hocalara dönmüş durumda. On yıllardan beri sanayi ve ticaretin tarihi, modern üretici güçlerin, modern üretim ilişkilerine karşı, burjuvazinin ve burjuva egemenliğinin yaşam koşullarını oluşturan bu mülkiyet ilişkilerine karşı başkaldırısının tarihidir yalnızca. Periyodik yinelenmeleriyle tüm burjuva toplumunun varlığını sürekli artarak tehdit eden ve sorgulayan ticaret krizlerini anmak yeter. Ticaret krizlerinde, yalnız üretilen ürünlerin değil, oluşturulmuş üretici güçlerin de büyük kesimi düzenlice yok oluyor. Krizlerde öyle bir toplumsal bulaşıcı hastalık ortaya çıkıyor ki, bu hastalık tüm daha önceki dönemler için saçma görünürdü —aşırı üretim denen salgın hastalık. Toplum bir anda kendini barbarlık durumuna düşürülmüş buluyor; bir kıtlık, genel bir yok etme savaşı, tüm yaşamsal maddeleri toplumun elinden almış görünüyor; sanayi, ticaret yok edilmiş görünüyor, niçin? O toplum aşırı uygarlığa, aşırı geçim aracına, aşırı sanayiye, aşırı ticarete sahip diye. Elinin altındaki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerini desteklemeye hizmet etmiyor artık; tam tersine bu güçler, o ilişkilere büyük gelmeye başlamıştır, engellenirler; engellerden kurtuldukları zaman ise tüm burjuva toplum düzenini bozuyorlar, burjuva mülkiyetin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva ilişkiler, kendi ürettiği zenginliği kucaklamaya yetmeyecek kadar daralmış. Burjuvazi, krizleri ne yolla aşıyor? Bir yandan üretici güçlerin büyük bölümünü zorla yok etme, öbür yandan yeni pazarlar fethetme ve mevcut pazarları daha dibine kadar sömürme yollarıyla. Yani? Daha çok yönlü ve daha büyük krizleri hazırlama ve krizleri önleyici araçları daha da azaltma yoluyla.

Burjuvazinin feodalizmi yere sermede kullandığı silahlar şimdi burjuvazinin kendisine yönelmiş durumda.

Böylece burjuvazi, kendi ölümünü getirecek silahları yapmakla kalmayıp, o silahları kullanacak insanları da yaratmıştır —modern işçileri, proleterleri!

Burjuvazi, yani sermaye ne oranda gelişirse, ancak iş buldukları sürece yaşayan ve ancak emekleriyle sermayeyi artırdıkları sürece iş bulan proletarya da, yani modern işçi sınıfı da o oranda gelişiyor. Kendilerini parça başı satışa sunmak zorunda olan bu işçiler, herhangi bir başka ticari eşya gibi bir metadırlar, dolayısıyla rekabetteki tüm değişmelere, tüm pazar dalgalanmalarına terk edilmişlerdir.

Proleterlerin yaptığı iş, makineleşmenin genişlemesi ve işbölümü sonucu, işçiler için her çeşit özerk karakterini ve dolayısıyla her çeşit çekiciliğini yitirmiştir. Proleter, kendisinden yalnızca en basit, en tek düze, en kolay öğrenilebilen bir el hareketi istenen, makinenin bir eklentisinden ibarettir. Dolayısıyla işçinin maliyeti, hemen yalnızca hayatını ve soyunu sürdürmesi için zorunlu geçim araçları kadardır. Oysa bir metanın fiyatı, dolayısıyla emeğin fiyatı[ 4 ] da, o metanın üretim maliyetine eşittir. Bu yüzden işin sevilmezliği arttığı oranda işçinin ücreti de düşer. Bunun da ötesinde, makineleşme ve iş bölümü arttığı oranda, ister çalışma saatlerinin artması, ister aynı çalışma süresi içinde istenen işin artması, makinelerin işleyiş hızının yükselmesi nedeniyle olsun, işin miktarı da artar.

Modern sanayi, babaerkil ustanın küçük atölyesini sanayi kapitalistinin büyük fabrikasına dönüştürmüştür. Fabrika içine tıkılmış işçi kitleleri askerce organize edilirler. Sıradan sanayi erleri olarak tam bir astsubaylar ve subaylar hiyerarşisinin denetimi altında tutulurlar. İşçiler, yalnız burjuvazinin ve burjuva devletinin köleleri olmakla kalmaz, her gün ve her saat, makinenin, postabaşının ve öncelikle de şahsen fabrikatör burjuvanın kendisinin kölesi durumuna düşerler. Amacının kazanç olduğunu ne kadar açık ilan ederse bu despotluk, bir o kadar daha aşağılık, tiksindirici ve öfke verici olur.

Kol emeği daha az ustalık ve daha az güç kuvvet ister duruma geçtikçe, yani modern sanayi geliştikçe, kadın emeği de erkek emeğini o kadar geriye itmektedir. İşçi sınıfı için cinsiyet ve yaş farklarının toplumsal bir geçenliği yoktur artık. Yaşa ve cinsiyete göre maliyeti değişen iş araçları vardır, o kadar.

İşçinin fabrikatör tarafından sömürülmesi, ücretini nakden aldığı anda bitince, bu kez de burjuvazinin öteki kesimleri, ev sahibi, bakkal, rehinci vb. yüklenir tepesine.

Bugüne kadarki küçük orta kesimler, küçük sanayiciler, küçük tüccar ve rantiyeler, zanaatçı ve köylüler, tüm bu sınıflar, kısmen küçük sermayeleri büyük sanayiye yetmediğinden büyük kapitalistlerle rekabet edemedikleri için, kısmen de ustalıkları yeni üretim tarzları karşısında değer yitirdiği için, proletaryanın içinde bulurlar kendilerini. Böylece proletaryaya, toplumun her sınıfından katılım olur.

Proletarya çeşitli gelişini basamaklarından geçer. Burjuvaziye karşı mücadelesi, var oluşuyla başlamıştır.

Kendilerini doğrudan sömüren burjuva kişiye karşı başlangıçta tek tek işçiler, sonra bir fabrikanın işçileri, sonra da bir bölgenin bir işkolundaki tüm işçiler mücadeleye girer. Saldırıları yalnızca burjuva üretim ilişkilerine karşı değildir, üretim araçlarına da saldırı yöneltirler; rekabet halindeki yabancı malları yok ederler, makineleri tahrip ederler, fabrikaları yakarlar, işçinin ortaçağdaki konumunu yeniden elde etmesi için uğraşırlar.

Bu aşamada işçiler, tüm ülkeye dağılmış ve rekabet yüzünden parçalanmış bir kitle durumundadır. İşçilerin kitlesel birlikteliği henüz kendi birleşmelerinin bir sonucu değil, kendi siyasal amaçları uğruna tüm proletaryayı harekete geçirmek zorunda kalan ve zaman zaman bunu hâlâ başarabilen burjuvazinin birleşmesinin bir sonucudur. Dolayısıyla bu aşamada proleterlerin mücadelesi, düşmanlarına karşı değil, düşmanlarının düşmanlarına, mutlakçı monarşinin kalıntılarına, toprak sahiplerine, sanayici olmayan burjuvalara, küçük burjuvalara karşıdır. Böylece tüm tarihsel hareket burjuvazinin ellerinde yoğunlaşmıştır; bu yolla elde edilen her zafer, burjuvazinin zaferidir.

Ne var ki sanayinin gelişmesiyle proletarya yalnızca çoğalmakla kalmaz; giderek daha büyük kitleler halinde yoğunlaşır, gücü artar ve gücünü daha fazla duyumsamaya başlar. Makineleşme giderek iş ayrımlarını törpüledikçe ve ücretler hemen her yerde aynı düşük düzeye indikçe proletaryanın kendi içindeki çıkarlar ve yaşam durumları da giderek daha bir eşitlenir. Burjuvaların kendi aralarındaki rekabet ve bundan doğan ticaret krizleri, işçi ücretlerinde sürekli daha fazla dalgalanmaya neden olur; makineleşmenin artan bir hızla gelişmesi ve sürekli daha iyileşmesi, işçilerin bütün yaşamsal konumlarını güvensizleştirir; tek tek işçilerle tek tek burjuvalar arasındaki çatışmalar giderek daha çok iki sınıf arasındaki çatışma niteliğine varır. İşçiler, burjuvalara karşı koalisyonlar [İngilizcesinde: Birlikler (sendikalar) —çev.] oluşturmaya başlarlar; ücret mücadelesini birlikte verirler. Ara ara yükselen isyanları beslemek için kendi içlerinde sürekli birlikler oluştururlar. Yer yer mücadele ayaklanma boyutuna varır.

Zaman zaman işçilerin kazandığı olur, ama bu zafer geçicidir. İşçilerin mücadelesinin esas sonucu, o anki başarı değil, sürekli genişleyen birleşmeleridir. Bu birleşmeye, büyük sanayinin ürettiği ve değişik yerlerdeki işçilerin birbirleriyle bağlantısını sağlayan gelişen ulaşım ve iletişim araçları da yardımcı olur. Zaten aynı nitelikteki pek çok yerel mücadelenin ulus ölçeğinde bir mücadele, bir sınıf mücadelesi olarak yoğunlaşması için yalnızca birleşmeye ihtiyacı vardı. Ama her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir. Ve ortaçağ kentlilerinin o zaman ancak komşu yerleşimleri birbirine bağlayabilen yol koşullarında yüzyıllarını alacak bu birleşmeyi, modern proleterler, demiryolları sayesinde birkaç yılda başarabiliyorlar.

Proleterlerin bir sınıf olarak ve böylece bir siyasal parti olarak örgütlenmeleri, işçilerin kendi aralarındaki rekabet yüzünden her an yeniden parçalanıyor. Ama her seferinde yine oluşuyor, daha güçlü, daha sıkı ve daha büyük çapta. Burjuvazinin kendi içindeki çatlakları kullanarak onu, işçilerin tek tek çıkarlarını yasa düzeyinde tanımaya zorlayabiliyor. Örneğin İngiltere'de on saatlik iş günü yasası gibi.

Eski toplumdaki çatışmalar esasen proletaryanın gelişme sürecine birçok yönden katkı sağlamıştır. Burjuvazi sürekli bir mücadele içindedir: başta aristokrasiye karşı; daha sonra, çıkarları sanayinin ilerlemesiyle çelişen burjuva kesimlerine karşı; her zaman dış ülkeler burjuvazilerine karşı. Tüm bu mücadelelerinde burjuvazi, proletaryaya başvurmak gereğini duyar, onu yardıma çağırır ve böylece proletaryayı politikanın içine çeker. Demek ki, kendi eğitiminin öğelerini, yani kendisine karşı kullanılacak silahları proletaryanın eline bizzat kendisi verir.

Bunun dışında, gördüğümüz gibi, sanayinin ilerlemesiyle egemen sınıfın pek çok kesimleri bütünüyle proletaryanın içine fırlatılırlar, ya da en azından yaşam koşulları bu tehdit altındadır. Bunlar da proletaryaya pek çok eğitim öğesi sunar.

Nihayet sınıf mücadelesi belirleyici sona yaklaşınca, egemen sınıfın kendi içindeki çözülme süreci, tümüyle eski toplumun çözülme süreci öylesine şiddetli ve keskin bir niteliğe varır ki, egemen sınıfın küçük bir bölümü ondan koparak geleceği elinde taşıyan devrimci sınıfın safına geçer. Nasıl geçmişte bu yüzden soyluların bir bölümü burjuvazinin saflarına geçmişse, şimdi de burjuvazinin bir bölümü, özellikle de tarihsel hareketin bütününü kuramsal olarak kavrama yolunda çalışmış bir kısım burjuva ideologu, proletarya saflarına geçmektedir.

Günümüzde burjuvazinin karşısında yer alan tüm sınıflar içinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci sınıftır Öteki sınıflar göçüp gitmekte ve büyük sanayinin gelişimiyle çökmektedirler, proletarya ise büyük sanayinin en kendine özgü ürünüdür.

Orta kesimler, küçük sanayici, küçük tüccar, zanaatçı, köylü, hepsi orta kesim olarak varlığını çöküşe karşı güvenceye almak için mücadele eder burjuvaziyle. Demek ki bunlar devrimci değil tutucudurlar. Dahası, gericidirler, tarihin çarkını geriye doğru döndürmeye uğraşıyorlar. Eğer devrimci iseler, proletaryaya geçiş önlerinde durduğu içindir bu ve o zaman şimdiki çıkarlarını değil gelecekteki çıkarlarını savunurlar, proletaryanın bakış konumuna geçmek üzere kendi konumlarını terk ederler.

Lümpen proletaryaya gelince, eski toplumun bu en alt katmanlarındaki pasif çürümüşlük, bir proleter devrim sayesinde yer yer hareketin içine savrulsa da, yaşam tarzının bütünü gereği gerici çabalara satılmaya daha istekli olacaktır.

Eski toplumun varlık koşulları, proletaryanın varlık koşulları içinde zaten yok edilmiş durumda. Proleter mülksüzdür; karısı ve çocuklarıyla ilişkisinde artık burjuva aile ilişkileriyle ortak hiçbir yan yoktur; İngiltere'de nasılsa Fransa'da da aynı olan, Amerika'da nasılsa Almanya'da da aynı olan modern sanayi işçiliği, sermayenin boynuna geçirdiği bu modern boyunduruk, proleterin üstünden her çeşit ulusal karakteri sıyırıp atmıştır. Yasalar da, ahlak da, din de, proleter için ardında bir o kadar burjuva çıkarları gizlenmiş burjuva önyargılarıdır.

Egemenliği ele geçiren tüm daha önceki sınıflar, kazanmış oldukları yaşam konumunu, bütün toplumu bu kazanımın buyruğu altına sokarak güvenceye almaya bakmışlardır. Proleterler ise üretici güçleri ancak, o zamana kadarki kendi mülk edinme tarzlarını ve böylece o zamana kadarki tüm mülk edinme tarzlarını ortadan kaldırarak ele geçirebilirler. Proleterlerin güvenceye alacak hiçbir şeyleri yoktur, o ana kadarki özel güvencelerin ve özel sigortaların hepsini tahrip etme zorunlulukları vardır.

Şimdiye kadarki tüm hareketler, azınlıktakilerin hareketiydi veya azınlıktakilerin çıkarına hareketlerdi. Proleter hareket ise, son derece büyük bir çoğunluğun, son derece büyük bir çoğunluk çıkarı adına giriştiği özerk harekettir. Şimdiki toplumun en alt katmanı olan proletarya, resmi toplumu oluşturan katmanların tüm üstyapısını bütünüyle havaya uçurmadıkça doğrulamaz, ayağa kalkamaz.

İçerik açısından değilse de biçim açısından proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi ilk aşamada ulusaldır. Her ülkenin proletaryası elbette önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak durumundadır.

Proletaryanın gelişmesinin genel evrelerini çizerek mevcut toplumun içindeki az ya da çok gizli iç savaşı, açık bir devrimin patlak verdiği ve burjuvazinin zorla devrilerek proletaryanın kendi egemenliğini kurduğu noktaya kadar izledik.

Gördük ki şimdiye kadar toplumların hepsi ezen ve ezilen sınıfların karşıtlığına dayanmaktaydı. Ama bir sınıfı ezebilmek için ona en azından kölece varlığını sürdürebileceği koşulları sağlamak gerekir. Serf, serflik döneminde komün üyeliğine yükselmeye çalışmıştır, nasıl feodal mutlakıyet boyunduruğu altında küçük burjuva da burjuvalığa çıkmışsa. Buna karşılık modern işçi, endüstrinin ilerlemesiyle kalkınacağına, kendi sınıfının koşullarının da daha altına düşmektedir sürekli. İşçi sefilleşiyor ve sefalet, toplumdan ve zenginlikten daha hızla gelişiyor. Böylece apaçık ortaya çıkıyor ki, burjuvazi daha uzun süre toplumun egemen sınıfı olarak kalma ve kendi varoluş koşullarını topluma düzenleyici yasa olarak dayatma yetisinde değil. Burjuvazi egemenliğini sürdürme yetisinde değil, çünkü kölesine köle olarak bile var olma güvencesi veremiyor, çünkü köleyi, o kendisini besleyeceğine kendisi onu beslemek zorunda olduğu bir duruma düşürüyor elinde olmaksızın. Toplum artık burjuvazinin sultasında yaşayamaz, yani, burjuvazinin varlığı toplum tarafından taşınabilir gibi değil.

Burjuva sınıfının esas varlık ve egemenlik koşulu, servetin özel ellerde birikmesidir, sermayenin oluşması ve artmasıdır; sermayenin koşulu ise ücretli emektir. Ücretli emek yalnızca işçilerin kendi aralarındaki rekabete dayalı. Taşıyıcısı ister istemez ve engelsizce burjuvazi olan sanayinin ilerlemesi, işçilerin rekabet yoluyla yalıtılması yerine onları bir araya getirerek devrimci birleşimlerini sağlamakta. Demek ki büyük sanayinin gelişmesiyle burjuvazinin üretim yaptığı ve ürünü sahiplendiği kendi temeli ayağının altından çekilmekte. Burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcılarını üretiyor. Onun yıkılması da proletaryanın zaferi de aynı oranda kaçınılmaz.
II - Proleterler ve Komünistler

Komünistlerin proleterlerle ilişkisinin aslı nedir?

Öteki işçi partileri karşısında komünistler özel bir parti değildir.

Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur.

Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar.

Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır.

Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir.

Tüm öteki proletarya partileri gibi komünistlerin de ilk amacı: proletaryanın sınıf düzeyinde oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi.

Komünistlerin kuramsal ifadeleri asla şu ya da bu dünya düzelticisinin icat ettiği ya da keşfettiği fikirlere, ilkelere dayanmaz.

Onların söyledikleri yalnızca, mevcut bir sınıf mücadelesinin, gözler önünde cereyan eden bir tarihsel hareketin somut ifadeleridir. Şimdiye kadarki mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması hiç de komünizmin ayırt edici bir özelliği değildir.

Tüm mülkiyet ilişkileri sürekli bir tarihsel dönüşüme, sürekli bir tarihsel değiştirmeye tabi olmuşlardır.

Örneğin Fransız Devrimi, burjuva mülkiyet hatırına feodal mülkiyeti ortadan kaldırmıştır.

Komünizme özgü olan, bütünüyle mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır.

Ama modern burjuva özel mülkiyeti, ürünlerin, sınıf karşıtlıklarına dayalı, birinin ötekini sömürmesine dayalı biçimde üretilmesinin ve sahiplenilmesinin en son ve en tam ifadesidir.

Bu anlamda komünistler, kuramlarını: özel mülkiyetin kaldırılması, diye tek bir sözle özetleyebilirler. Biz komünistler, kişisel olarak kazanılmış, kişinin kendi çalışmasıyla elde edilmiş mülkiyeti ortadan kaldırmak istemekle suçlandık; her çeşit bireysel özgürlüğü, bireysel edimi ve bireysel özerkliği meydana getiren şeymiş mülkiyet.

Kişisel çalışmayla elde edilmiş, hakkıyla kazanılmış, kişisel kazançla edinilmiş mülkiyet! Burjuva mülkiyetinden önce var olan, küçük burjuva, küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz? Onu bizim kaldırmamıza gerek yok ki, sanayinin gelişmesi ortadan kaldırdı onu, gün geçtikçe daha da kaldırmakta.

Yoksa modern burjuva özel mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz?

Peki ücretli emek, proleterin emeği mülk sağlıyor mu kendisine? Asla. Onun emeği sermaye yaratıyor, yani ücretli emeği sömüren mülkiyeti sağlıyor, yalnızca yeniden sömürmek üzere yeni ücretli emek üretmesi halinde artabilen mülkiyeti. Bugünkü biçimiyle mülkiyet, sermaye ile ücretli emek arasındaki karşıtlıkta deviniyor. Bu karşıtlığın her iki yanını bir gözden geçirelim.

Kapitalist olmak, üretimde salt kişisel değil, toplumsal bir konum almak demek. Sermaye, ortaklaşa bir üründür ve ancak pek çok üyenin ortak edimiyle, evet son tahlilde ancak toplumun tüm üyelerinin ortak edimiyle harekete geçirilebilir.

Demek ki sermaye, kişisel değil toplumsal bir güç.

O halde sermaye, toplumun üyelerinin tümüne ait olan bir ortak mülkiyete dönüştürülürse, kişisel mülkiyet toplumsal mülkiyete dönüştürülmüş olmaz. Yalnızca mülkiyetin toplumsal karakteri değiştirilmiş olur. Sınıfsal karakterini yitirir.

Gelelim ücretli emeğe:

Ücretli emeğin ortalama fiyatı, asgari ücrettir, yani işçinin işçi olarak hayatta kalması için zorunlu olan geçim araçları toplamı. Öyleyse ücretli işçinin edimiyle sahip olduğu şey ancak onun çıplak hayatını yeniden üretmesine yeter. Emek ürünlerinin, ancak doğrudan hayatı yeniden üretmek üzere böylesi kişisel mülkiyetini, yani başkasının emeği üstünde egemenlik kurduracak net gelir bırakmayan kişisel mülkiyeti asla kaldırmak istiyor değiliz. Bizim istediğimiz yalnızca, işçinin sırf sermayeyi artırmak için yaşadığı, sırf egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği kadar yaşadığı mülkiyetin bu rezil karakterini ortadan kaldırmak.

Burjuva toplumunda canlı emek, yalnızca birikmiş emeği artırmanın bir aracıdır. Komünist toplumda ise birikmiş emeği, yalnızca işçilerin yaşam sürecini genişletmek, zenginleştirmek, geliştirmek için bir araçtır.

Demek ki burjuva toplumda geçmiş bugüne hükmediyor, komünist toplumdaysa bugün, geçmişe hükmediyor. Burjuva toplumda çalışan birey özerk değilken, kişisel değilken, sermaye özerk ve kişiseldir.

İşte bu koşulların ortadan kaldırılmasına burjuvazi, kişiselliğin ve özgürlüğün ortadan kaldırılması diyor! Haklı da. Yalnız, burjuva kişiselliğinin, burjuva özerkliğinin, burjuva özgürlüğünün kaldırılması söz konusu tabii.

Şimdiki burjuva üretim ilişkileri içinde özgürlük deyince, özgür ticaret, özgür alış satış anlaşılmakta.

Ama bezirgânlık düştü mü, özgür bezirgânlık da düşer. Bizim burjuvazinin başka özgürlük çığırtkanlıkları gibi özgür bezirgânlık deyişleri de ancak bağımlı bezirgânlığa, ortaçağın köleleştirilmiş yurttaşına karşı bir anlam ifade eder, yoksa komünizmin, bezirgânlığı ve burjuva üretim ilişkilerini ortadan kaldırması karşısında, burjuvazinin kendisini ortadan kaldırması karşısında, anlamı kalmaz.

Özel mülkiyeti ortadan kaldırmak istiyoruz diye dehşete düşüyorsunuz. Oysa sizin mevcut toplumunuzda nüfusun onda dokuzunun özel mülkiyeti ortadan kaldırılmış durumda; özel mülkiyetiniz ancak onda dokuzun buna sahip olmaması sayesinde ayakta duruyor. Demek ki bizi suçlamanızın nedeni, toplumun ezici çoğunluğunun mülksüz olmasını zorunlu koşul koyan bir mülkiyeti ortadan kaldırmak istememiz.

Tek kelimeyle bizi, sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmak istemekle suçluyorsunuz. Doğrusu, istediğimiz de bu.

Emek, sermayeye, paraya, toprak rantına, kısacası tekelleştirilebilir bir toplumsal güce dönüştürülemediği andan itibaren, yani kişisel mülkiyet burjuva mülkiyetine geçirilemediği andan itibaren, bireyin ortadan kaldırıldığını ilan ediyorsunuz.

Birey deyince burjuvadan başka birini, burjuva mülk sahibinden başka birini düşünmediğinizi itiraf ediyorsunuz demek ki. İşte o birey kalmamalı doğrusu.

Komünizm, kimsenin toplumsal ürünleri mülk edinme gücünü elinden almıyor, yalnızca o mülkiyet yoluyla başkasının emeğini boyunduruğa sokma gücünü alıyor.

Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla tüm faaliyetin duracağı, genel bir tembelliğin ortalığı kaplayacağı ileri sürüldü.

Buna göre burjuva toplumu çoktan atalet yüzünden çökmüş olmalıydı; çünkü o toplumda kimler çalışıyorsa, mülk edinemiyor, kimler mülk sahibiyse, çalışmıyor. Tüm bu kaygı, sermaye olmadığı anda ücretli emek de olmaz, totolojisine varır.

Komünizmde maddi ürünlerin mülkiyet ve üretim tarzına karşı ileri sürülen tüm suçlamalar, manevi ürünlerin mülkiyet ve üretimine de genişletildi. Burjuva için nasıl sınıf mülkiyetinin son bulması üretimin kendisinin son bulması demekse, sınıf kültürünün son bulması da bütünüyle kültürün son bulması demek oluyor.

Kaybına bu kadar üzüldüğü kültür, ezici bir çoğunluk için makine haline gelme kültürü olmuş bile.

Ama burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını kendi burjuvaca özgürlük, kültür, hukuk tasarımlarınızla ölçerek tartışmayın bizimle. Sizin fikirleriniz bile burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin birer ürünü, nasıl hukukunuz, kendi sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş iradesinden ibaretse; bir irade ki içeriği kendi sınıfınızın maddi yaşam koşullarıyla belirlenmiş.

Kendi üretim ve mülkiyet ilişkilerinizi, üretimin geçirdiği tarihsel ilişkilerden koparıp genel geçer doğa ve akıl yasaları haline dönüştürdüğünüz ilginç tasarım, göçüp gitmiş tüm egemen sınıfların da tasarımıydı. Antik dönem mülkiyeti için kavrayabildiğinizi, feodal mülkiyet için kavrayabildiğinizi, burjuva mülkiyeti için kavrayamaz oldunuz.

Ailenin ortadan kaldırılması! En radikaller bile komünistlerin bu utanç verici niyetlerine ateş püskürüyorlar.

Günümüzdeki aile, burjuva ailesi, neye dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca. Tam gelişmiş olarak yalnızca burjuvazi için var; ama proleterin ailesizliğe zorlanması ve kamusallaşmış fuhuş bütünlüyor onu.

Bu bütünleyicileri olmadı mı burjuva ailesi de olmaz kuşkusuz ve sermaye olmadı mı her ikisi de olmaz.

Ana babanın çocukları sömürmesini ortadan kaldırmak istiyoruz diye mi suçluyorsunuz bizi? Bu büyük suçumuzu itiraf ediyoruz.

Ama ev içi eğitimin yerine toplumsal eğitimi getirerek en sıcak ilişkileri yok ettiğimizi söylüyorsunuz.

Peki eğitiminizi bu toplumsal koşullar içinde yapmanızla olsun, toplumun doğrudan ya da dolaylı müdahalesiyle olsun, okul kanalıyla olsun, vb. sizin eğitiminiz de toplumca belirlenmiyor mu? Toplumun eğitimi etkilemesi komünistlerin buluşu değil ki; komünistler yalnızca bu etkinin karakterini değiştiriyorlar, eğitimi egemen sınıfın etkisinden koparıyorlar.

Aile ve eğitim üstüne, ana baba ile çocuklar arasındaki kutsal ilişkiler üstüne burjuva söylemleri, büyük sanayi yüzünden proleterlerin tüm aile bağları parçalandıkça ve çocuklar adi ticaret metaına ve çalışma araçlarına dönüştükçe bir o kadar iğrençleşiyor.

Ama siz komünistler kadınların ortaklaşalığını getirmek istiyorsunuz, diye tüm burjuvazi koro halinde yüzümüze haykırmakta.

Burjuva, kendi karısını salt bir üretim aracı olarak görüyor. Dolayısıyla, üretim araçları ortaklaşa kullanılmalıdır, sözünü duyar duymaz, bu ortaklaşalık kaderinin aynı şekilde kadınları da kapsamasından başka bir şey düşünemiyor.

Tam tersine kadınların bu salt üretim aracı olarak kullanılma durumunu ortadan kaldırmaktır söz konusu olan, burjuva bunu kavrayamıyor işte.

Kaldı ki bizim burjuvaların, komünistlerde güya var olduğunu iddia ettikleri resmi kadın ortaklaşalığından böylesine dehşet duymaları son derece gülünç. Kadın ortaklaşalığını komünistlerin getirmesine hiç gerek yok ki; hemen her zaman vardı o.

Bizim burjuvalar, resmi fuhuş bir yana, çalıştırdıkları proleterlerin karılarına, kızlarına sahip olmakla da yetinmeyip, asıl kendi karılarını karşılıklı ayartmaktan zevk alırlar.

Burjuva ailesi aslında kadınların ortaklaşalığıdır. Komünistler de olsa olsa kadın ortaklaşalığının sahtece gizlisine karşılık resmi ve açık yüreklisini getirmek istedikleri iddiasıyla suçlanmış oluyorlar. Kaldı ki, günümüz üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla ondan kaynaklanan kadın ortaklaşalığının da, yani resmi veya gayri resmi fuhuşun da yok olacağı kendiliğinden anlaşılmaktadır.

Komünistlere ayrıca vatanı, milliyeti ortadan kaldırmak isteme suçu yüklendi.

İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. Proletarya, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için, kendisi de ulusaldır hâlâ, ama asla burjuva anlamda değil.

Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta.

Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse uygar ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu için en önde gelen koşullardandır.

Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır.

Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer.

Komünizme, dinsel, felsefi ve genel olarak ideolojik bakış açılarından yöneltilen suçlamalar, daha fazla açıklanmaya değmez.

İnsanların maddi varoluş koşullarının, toplumsal ilişkilerinin, toplumsal varlıklarının, onlardaki tasarımları, görüşleri ve kavramları, kısacası insanların bilincini de değiştirdiğini anlamak için daha derin bir bakışa ihtiyaç var mı?

Fikirlerin tarihi, manevi üretimin, maddi üretimle birlikte değiştiğinden başka neyi kanıtlar? Bir çağın egemen fikirleri yalnızca egemen sınıfın fikirleri olmuştur.

Tüm bir toplumda devrim yaratan fikirlerden söz edilir; bunu söylemekle yalnızca, eski toplumun bağrında, yeninin öğelerinin oluştuğu belirtilmiş oluyor, öyle ki, eski toplumsal ilişkilerin çözülmesi, eski fikirlerin çözülmesini de birlikte getirir.

Eski dünyanın yıkılmakta olduğu kavrandığında, Hıristiyan dini de eski dinlere baskın çıktı. 18. yüzyılda aydınlanma düşünceleri Hıristiyan düşüncesini alt ettiğinde, feodal toplum, o dönemde devrimci olan burjuvaziye karşı ölüm kalım savaşı veriyordu. Vicdan ve din özgürlüğü, bilgi alanlarında serbest rekabetin egemenliğini dile getirmekteydi yalnızca.

"Ama", denecektir, "dinsel, ahlaksal, felsefi, politik, hukuksal vb. düşünceler, tarihsel gelişim içinde elbet değişim geçirmiş olmakla birlikte, din, ahlak, felsefe, politika, hukuk, bu değişimde hep kalmıştır.

Dahası, her toplumsal durum için ortak olan, özgürlük, adalet vb. ebedi hakikatler vardır. Oysa komünizm, ebedi hakikatleri ortadan kaldırıyor, dini, ahlakı, yeniden biçimlemek yerine düpedüz kaldırıyor, yani bugüne kadarki tarihsel gelişimlere ters düşüyor."

Bu suçlamanın özü nedir? Tüm bugüne kadarki toplum, değişik evrelerde değişik biçimler gösteren sınıf karşıtlıkları içinde devinmiştir.

Ama hangi biçimi almış olursa olsun, toplumun bir kesiminin öteki kesim tarafından sömürülmesi, geçen yüzyılların tümünde ortak olan bir gerçekliktir. O halde tüm çeşitliliklere ve farklılıklara karşın o yüzyılların hepsindeki toplumsal bilincin, ancak sınıf karşıtlıkları toptan yok olunca tam olarak çözülebilecek belli ortak biçimler içinde devinmesine hiç şaşmamalı.

Komünist devrim, geçmişten gelen mülkiyet ilişkilerinin en kökten koparılışıdır; onun gelişim sürecinde geçmişten gelen fikirlerle de en kökten bir kopuş olmasına hiç şaşmamalı.

Neyse, burjuvazinin komünizme karşı yönelttiği suçlamaları bırakalım bir yana.

Yukarıda gördük ki, işçi devriminde ilk atılacak adım, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesidir, demokrasinin mücadeleyle kazanılmasıdır.

Proletarya, kendi siyasal egemenliğini, tüm sermayenin adım adım burjuvazinin elinden koparılmasına, tüm üretim araçlarının devlet elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya elinde yoğunlaştırılmasına ve üretici güçleri büyüklüğünün olabildiğince hızla artırılmasına kullanacaktır.

Bu ise ilk aşamada kuşkusuz ancak mülkiyet hakkına ve burjuva üretim ilişkilerine despotça el atmak yoluyla olur, yani ekonomik açıdan yetersiz ve geçici de görünse hareketin süreci içinde kendini aşan ve bütün bir üretim tarzının dönüştürülmesinin aracı olan bu vazgeçilmez önlemler yoluyla olur.

Bu önlemler kuşkusuz her ülkeye göre değişik olacaktır.

Ama en gelişkin ülkeler için şu aşağıdakiler, epey ortak olarak kullanım alanına girebilecektir:

1. Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve toprak rantının devlet giderlerine kullanılması.

2. Yüksek bir artış oranlı vergi.

3. Miras hakkının kaldırılması.

4. Tüm karşı gelenlerin ve ülkeden kaçanların mülklerine el konulması.

5. Devlet sermayeli ve tek tekel olarak Ulusal Banka yoluyla kredilerin devlet elinde merkezleştirilmesi./p>

6. Taşımacılığın devlet elinde merkezleştirilmesi.

7. Ulusal fabrikaların ve üretim araçlarının artırılması, arazinin ortak bir plan uyarınca işlenir hale getirilip ıslahı.

8. Herkes için eşit çalışma zorunluluğu, özellikle tarım için sanayi ordularının kurulması.

9. Tarım ve sanayi işletmelerinin birleştirilmesi, kent ile kır arasındaki farkın süreç içinde giderilmesinde etkin olmak.

10. Tüm çocuklar için kamusal ve parasız eğitim. Çocukların bugünkü biçimde fabrikalarda çalıştırılmasına son verilmesi. Eğitimin maddi üretimle bütünleştirilmesi, vb;

Gelişme süreci içinde sınıf ayrımları ortadan kaybolunca ve üretimin tümü örgütlü bireylerin ellerinde yoğunlaşınca, kamusal zor kullanımının politik niteliği kalmaz. Politik zor kullanımı, asıl anlamıyla bir sınıfın ötekilere baskı uygulamak üzere örgütlediği zor kullanımıdır. Proletarya, burjuvaziyle mücadelesi gereği sınıf olarak birleşip, devrim yoluyla egemen sınıf olduğunda ve egemen sınıf olarak zorla eski üretim ilişkilerini ortadan kaldırdığında, böylece o üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlığının varlık koşullarını da, bütünüyle sınıfları da ve dolayısıyla sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırmış olur.

Sınıflarıyla ve sınıf çelişkileriyle birlikte eski burjuva toplumunun yerine, her bireyin özgür gelişiminin herkes için topluca özgür gelişim koşulu olduğu bir birlik gelir.
III - Sosyalist ve Komünist Yazın
1. Gerici Sosyalizm
a) Feodal Sosyalizm

Tarihsel konumu gereği Fransız ve İngiliz aristokrasisi, modern burjuva toplumuna karşı yergiler yazmak durumundaydı. 1830'daki Fransız Temmuz Devriminde olsun, İngiliz reform hareketinde olsun, aristokrasi, nefret ettiği o türediye bir kez daha yenik düşmüştü. Ciddi bir siyasal mücadelenin sözü edilemezdi artık. Elinde yalnızca kalem kavgası kalmıştı. Ama yazın alanında da restorasyon[ 5 ] döneminin eski söylemleri olanaksızlaşmıştı. Sempati uyandırmak için aristokrasi, görünüşte kendi çıkarlarını gözden uzak tutmak ve burjuvaziye karşı iddianamesini yalnızca sömürülen işçi sınıfı çıkarma düzenlemek zorundaydı. Böylece, yeni efendisine taşlamalar düzebilmenin ve kulağına az ya da çok felaket tellallığı fısıldayabilmenin özrünü hazırlıyordu.

Feodal sosyalizm bu tarzda çıktı ortaya, yarı şikayetname, yarı taşlama, yarı geçmiş yankısı, yarı gelecek uyarısı, bu arada acı ve zekice yaralayıcı yargı yoluyla burjuvaziyi kalbinden vurarak ama modern tarihin gidişini kavramadaki tam yetersizliğiyle de gülünç bir etki bırakarak.

Halkı arkalarından sürüklemek için ellerinde proleter dilenci torbası sallıyorlardı bayrak gibi. Ama halk onları her izleyişinde, kıçlarındaki eski feodal armaları görüp hiç saygılı olmayan ağız dolusu gülüşlerle tüyüyordu.

Bu seyirliği en güzel oynayanlar, Fransız Lejitimistlerinin bir kesimiyle Genç İngiltereciler oldu.

Feodaller kendi sömürü tarzlarının burjuvaca sömürüden farklı biçimlenmiş olduğunu gösterirken, yalnızca tümden farklı ve artık zamanı geçmiş koşullar altında sömürdüklerini unutuyorlar, o kadar. Kendi egemenliklerinde proletaryanın var olmadığını kanıtlarken feodaller, kendi toplum düzenlerinin zorunlu veledinin esasen modern burjuvazi olduğunu unutuyorlar yalnızca.

Kaldı ki burjuvaziye yönelttikleri esas suçlama tam da, burjuva rejiminde eski toplum düzenini tümüyle havaya uçuracak bir sınıfın gelişiyor olmasına dayandığı için, eleştirilerinin genci niteliğini zaten çok az gizliyorlar.

Burjuvaziyi, bir proletarya yarattığından çok, devrimci bir proletarya yarattığı için suçluyorlar.

Bu yüzden siyasal pratikte işçi sınıfına karşı alınan şiddet önlemlerinin hepsine katılıyorlar ve günlük yaşamlarında, tüm şişirilmiş söylemlerinin aksine, altın elmaları toplamanın keyfini çıkarıp, sadakati, aşkı, şerefi, bezirgan

pazarlığında, yünle, şekerpancarıyla ve alkollü içkiyle takas ediyorlar.[ 6 ]

Nasıl papaz hep feodal beyle el ele yürümüşse, papazca sosyalizm de feodal sosyalizmle öyle el eledir.

Hıristiyan dervişliğine sosyalist bir hava vermekten daha kolay bir şey yok. Öyle ya, Hıristiyanlık, özel mülkiyete, evliliğe, devlete de karşı çıkmamış mıydı? Onların yerine yardımseverlik ve dilenme, manastır bekareti ve nefsini öldürme, çadır hayatı ve kilise, diye vaazlar vermemiş miydi? Hıristiyan sosyalizmi, aristokratın öfkesine papazın serptiği vaftiz suyudur yalnızca.
b) Küçük Burjuva Sosyalizmi

Feodal aristokrasi, modern burjuva toplumunda yaşam koşulları zayıflayıp tükenen ve burjuvazi tarafından çökertilen tek sınıf değildir. Ortaçağın kentlileşen imtiyazlı köylüleri ile küçük köylülük, modem burjuvazinin öncüleriydi. Sanayi ve ticareti daha az gelişmiş ülkelerde bu sınıf, yükselen burjuvazi yanında bitkisel yaşamını henüz sürdürmektedir.

Modern uygarlığın geliştiği ülkelerdeyse, proletarya ile burjuvazi arasında yalpalayan yeni bir küçük burjuvazi oluştu. Burjuva toplumunun bir bütünleyicisi olarak kendini sürekli yineleyen ama rekabet sonucu bireyleri hep proletaryanın içine savrulmakta olan bu küçük burjuvazi, üstelik büyük sanayi geliştikçe modern toplumun özerk bir kesimi olma konumunu tümden yitireceği ve ticarette olsun, imalatta olsun, tarımda olsun, yerini postabaşılara ve hizmetkarlara bırakacağı anın yaklaştığını görmektedir.

Köylü sınıfın toplam nüfus içinde yandan fazla olduğu Fransa gibi ülkelerde burjuvaziye karşı proletaryadan yana olan yazarların, burjuva rejime yönelttikleri eleştiride küçük burjuvazi ve köylülük ölçütünü kullanmaları ve işçilerden yana tavır alırken küçük burjuva bakış açısından hareket etmeleri doğaldı. Böylece küçük burjuva sosyalizmi oluştu. Bu yazında başı çeken, yalnız Fransa için değil İngiltere için de, Sismondi'dir.

Bu sosyalizm, modern üretim ilişkileri içindeki çelişkileri son derece keskin bir isabetle çözümlemiştir. İktisatçıların yaltaklanan şirinleştirmelerini açığa dökmüştür. Gerek makineleşmenin ve işbölümünün yıkıcı etkilerini, gerekse sermayenin ve toprak mülkiyetinin yoğunlaşmasını, aşırı üretimi, krizleri, küçük burjuvazi ile köylülüğün kaçınılmaz çöküşünü, proletaryanın sefaletini, üretimdeki anarşiyi, servetin bölüşümündeki açıkça sırıtan oransızlıkları, ulusların kendi aralarındaki endüstriyel yok etme savaşını, eski göreneklerin, eski aile ilişkilerinin, eski milliyetlerin çözülüşünü, inkar edilemez biçimde kanıtlamıştır.

Ne var ki olumlu içeriğine karşın bu sosyalizm, ya eski üretim ve değişim araçlarıyla birlikte eski üretim ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmek, ya da modern üretim ve değişim araçlarını, kırıp parçaladığı, parçalamak zorunda olduğu eski mülkiyet ilişkileri içine zorla yeniden tıkıştırmak isteğindedir. Her iki durumda da hem genci hem ütopiktir.

İmalatta lonca düzeni ile kırda babaerkil tarım işletmesi; küçük burjuva sosyalizminin son sözleri budur işte.

Gelişim süreci içinde bu yön, korkak bir yaygaraya saptı.
c) Alman Sosyalizmi
ya da "Hakiki" Sosyalizm

Fransa'da, egemen bir burjuvazinin baskısı altında oluşan ve bu egemenliğe karşı mücadelenin yazınsal ifadesi olan sosyalist ve komünist yazın, tam da burjuvazinin feodal mutlakçılığa karşı mücadeleye geçtiği sırada Almanya'ya sokuldu.

Alman filozofları, yarı filozofları ve sivri zekaları bu yazını hırsla özümsediler ama bu arada, Fransa'dan o yazıların girmesiyle Fransız yaşam koşullarının da aynı anda Almanya'ya girmiş olmadığını unutuverdiler. Almanya koşullarında bu Fransız yazını doğrudan pratik anlamını tümüyle yitirip salt yazınsal bir görünüm aldı. İnsan varlığının gerçekleştirilmesi üstüne boş bir spekülasyon olarak çıktı ortaya ister istemez. Böylece 18. yüzyıl Alman filozoflarına göre ilk Fransız Devriminin talepleri yalnızca genelde "pratik zeka"nın talepleri olarak anlam kazanıyor ve devrimci Fransız burjuvazisinin irade beyanları da, salt iradenin, olması gereken iradenin, hakiki insan iradesinin yasaları demek oluyordu.

Alman yazarlarının tek çabaları, yeni Fransız fikirlerini kendi eski felsefi vicdanlarına uydurmak, ya da daha ziyade kendi felsefi bakış açılarından Fransız fikirlerini sahiplenmekti.

Bu sahiplenme aynen bir yabancı dile nasıl sahip çıkılırsa o yolla oldu: Çeviri yoluyla.

Bilindiği gibi keşişler, eski çok tanrılı dönem klâsiklerinin elyazmaları üstüne kendi zevksiz Katolik aziz hikâyelerini yazmışlardı. Alman yazarları ise dünyevi Fransız yazınına tersini uyguladılar. Kendi felsefi saçmalıklarını Fransız aslının arkasına yazdılar. Örneğin para ilişkilerine yönelik Fransız eleştirisinin arkasına "İnsan Özünden Feragat" diye yazdılar, burjuva devlete yönelik Fransız eleştirisinin arkasına da, "Soyut Genelin Egemenliğini Ortadan Kaldırma" diye yazdılar, vb.

Fransız gelişimlerinin altına böyle felsefi söylemler sokuşturmayı, "Eylemin Felsefesi", "Hakiki Sosyalizm", "Alman Sosyalizm Bilimi", "Sosyalizmin Felsefi Temeli" gibi deyimlerle vaftiz ettiler.

Fransız sosyalist-komünist yazını böyle usturupluca iğdiş edildi. Ve bir sınıfın öbür sınıfa karşı mücadelesini dile getirmek Alman elinde bitirildiği için o Alman, "Fransız tek yanlılığını" aşmış olma bilincini taşıyordu; hakiki ihtiyaçlar yerine hakikat ihtiyacını, proletaryanın çıkarları yerine insan varlığının çıkarlarını, hiçbir sınıftan olmayan, gerçekte bile olmayan, yalnızca felsefe fantezisinin puslu semalarında bulunan genel insanın çıkarlarını savunuyordu bu bilinç.

Kimseden yardım almaksızın başardığı bu okul ödevlerini öylesine tantanayla ciddiye alıp öylesine çığırtkanlıkla göklere çıkaran bu Alman sosyalizmi, böylece giderek bilgiç masumiyetini yitirdi.

Alman burjuvazisinin, özellikle de Prusya burjuvazisinin feodal ve mutlakçı krallığa karşı mücadelesi, tek kelimeyle liberal hareket, daha büyük ciddiyet kazandı.

Böylece "hakiki" sosyalizmin eline, çok istediği bir fırsat, siyasal hareketin karşısına sosyalist taleplerini koyma fırsatı verilmiş oluyordu, yani liberalizme karşı, temsili devlete karşı, burjuva rekabetine, burjuva basın özgürlüğüne, hukukuna, burjuvaca özgürlüğe ve eşitliğe karşı bilinen lanetleri savurma ve halk kitlesine de bu burjuva hareketinden hiçbir kazancının olmayacağı, tersine her şeyini yitireceği uyarısını yapma fırsatı. Alman sosyalizmi, ruhsuzca yankıladığı Fransız eleştirisinin, modern burjuva toplumuna ve ona uyan yaşam koşullarına, ona göre biçimlenen siyasal kurumlaşmaya dayandığını tam zamanında unuttu; Almanya'da daha ancak bu ön koşullar için mücadele söz konusuydu.

Alman sosyalizmi, burjuvazinin tehdit edici yükselişine karşı istenen bir korkuluk olarak, mutlakçı Alman hükümetlerine ve papazlarıyla, okul hocalarıyla, toprak ağalarıyla, bürokrasisiyle onların bağlaşıklarına hizmet etti.

Aynı hükümetlerin Alman işçi ayaklanmalarına karşı kullandıkları acı tüfek kurşunlarının ve kırbaç darbelerinin tatlı bir bütünleyicisi oldu.

"Hakiki" sosyalizm, Alman burjuvazisine karşı hükümetlerin elinde böylesine bir silah olurken, bir o kadar da genci bir çıkan, bağnaz Alman küçük burjuvazisinin çıkarını doğrudan temsil ediyordu. Almanya'da, 16. yüzyıldan kalan ve o zamandan beri çeşitli biçimlerde hep ortaya çıkan küçük burjuvazi, mevcut durumların esas toplumsal temelini oluşturdu.

Onun varlığının korunması, Almanya'da mevcut durumların korunması demektir. Küçük burjuvazi, burjuvazinin siyasal ve ekonomik egemenliğinde, bin yandan sermayenin merkezleşmesi sonucu, öbür yandan da devrimci bir proletaryanın ortaya çıkışı sonucu kesin mahvolmaktan korkan. "Hakiki" sosyalizm onun için her iki kuşu birden vuracak taş olanak göründü. Salgın hastalık gibi yayıldı.

Alman sosyalistlerinin, kendi iskelete dönmüş "ebedi hakikatler"ine giydirdikleri bu, spekülatif tezgahta dokunmuş, sivri zekalı söylem çiçekleriyle süslenmiş, aşk baygını huzur çiyleriyle yıkanmış bereketli kisve, mallarının o kesimdeki sürümünü artırdı yalnızca.

Kendi açısından Alman sosyalizmi, bu bağnaz küçük burjuvazinin tumturaklı sözcüsü olma konumunu giderek iyice benimsedi.

Alman ulusunu, örnek ulus olarak, Alman küçük burjuvazisini de örnek insan olarak büyük lâflarla ilan etti. Onun her aşağılığına, tam tersini ifade eden, gizli, yüksek, sosyalist anlamlar yükledi. Nihayet komünizmin "kaba yıkıcılığı"na doğrudan karşı çıkarak ve tüm sınıf mücadelelerinin üstünde bir tarafsız yücelik taslayarak, çizgisinin son kertesine geldi. Almanya'da, sosyalist veya komünist diye ortalıkta dolaşan ne kadar yazın varsa, çok az istisnasıyla hep bu kirli, bu cansız yazın alanına girer.[ 7 ]
2. Tutucu Sosyalizm
ya da Burjuva Sosyalizmi

Burjuva toplumunun kalıcılığını sağlamak için bir kesim burjuvazi sosyal sıkıntıları ortadan kaldırmaya yardımcı olmak ister.

Bu çerçevede: ekonomistler, filantroplar, insancıllar, çalışan sınıfların durumunu düzeltmeciler, yardımseverler, hayvan korumacıları, ılımlılık örgütçüleri, vardır. En çeşitlisinden köşe bucak reformcuları yani. Hatta bu burjuva sosyalizminin bütün bir sistem olarak işlenenleri olmuştur.

Örnek olarak Proudhon'un "Philosophie de la Misäre"ini [Sefaletin Felsefesi —çev.] ele alalım.

Sosyalist burjuvalar, modern toplumun koşullarını isterler, ama o koşulların kendisinden kaynaklanan mücadeleler ve tehlikeler olmaksızın. Mevcut toplumu, onu devrimci dönüşüme uğratacak ve çözecek unsurlar kesilip çıkarılmış olanak isterler. Burjuvazi olsun ama proletarya olmasın. Kendi egemen olduğu dünyayı elbette ki en iyi dünya olarak görür burjuvazi. Burjuva sosyalizmi bu iç ferahlatıcı tasarımını yanı ya da tam bir sistem oluşturmaya kadar vardırır. Kendisinin sistemlerini gerçekleştirmesini ve bu yeni Kudüs'e dahil olmasını proletaryadan talep ederken, aslında ona yalnızca, bugünkü toplumun içinde kal ama bu topluma ilişkin nefretlik düşüncelerinden arın, demiş oluyor.

[Bu] sosyalizmin daha az sistematik ve biraz daha pratik bir ikinci biçimiyse, bu yaşam koşullarında şu ya da bu siyasal dönüşümün değil de yalnızca bir tek değişimin, yani yalnızca ekonomik koşullarda bir değişimin yararlı olabileceğini kanıtlayarak işçi sınıfının her devrimci hareketini sakatlamaya uğraşmıştır. Ama bu sosyalizmin, maddi varoluş koşullarını değiştirmek derken düşündüğü, asla ancak devrimci yolla olabilecek burjuva üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması değildir, onun düşündüğü, bu üretim ilişkileri zemininde uygulanacak, yani sermaye ile ücretli çalışma arasındaki ilişkide hiçbir şeyi değiştirmeyen, olsa olsa burjuvazinin egemenliğinin bedellerini azaltıp devlet bütçesini basitleştirecek yönetsel düzeltmelerdir.

Burjuva sosyalizmi kendine uyan ifadeyi, salt konuşan figür durumuna gelmekte bulur ancak.

Serbest ticaret! Çalışan sınıfın çıkarına. Korumacı gümrük! Çalışan sınıfın çıkan için. Hücreli hapishaneler! Çalışan sınıfın çıkarına. Burjuva sosyalizminin ciddi niyetli olduğu son sözdür bu.

Burjuvazinin sosyalizmi, zaten burjuvaların —çalışan sınıfın çıkarına— burjuva olduklarını savunmaktan ibarettir.
3. Eleştirel-Ütopyacı Sosyalizm
ve Komünizm

Burada, tüm modern devrimlerde proletaryanın taleplerini dile getirmiş olan yazından söz etmiyoruz. (Babeuf'ün yazıları vb.)

Genel bir başkaldırı çağında, feodal toplumun yıkılma döneminde, proletaryanın doğrudan kendi sınıf çıkarını kabul ettirmeye yönelik ilk çabaları, hem proletaryanın kendi gelişmemişliğinden dolayı, hem de kurtuluşu için ancak burjuva dönemin ürünü olabilecek maddi koşulların eksikliğinden dolayı, kaçınılmaz biçimde yenilgiye uğradı. Proletaryanın bu ilk hareketlerini izleyen devrimci yazın, içerik olarak ister istemez gericidir. Genel bir derviş kanaatkârlığı ve kaba bir eşitçilik önerir.

Esas sosyalist ve komünist sistemler, St-Simon'un, Fourier'nin, Owen'ın vb. sistemleri, proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin yukarıda belirttiğimiz gelişmemiş ilk döneminde ortaya çıktılar. (Bkz: Burjuvalar ve Proleterler.)

Bu sistemleri bulanlar gerçi sınıf karşıtlığını egemen toplumun kendisindeki çözücü unsurların etkinliği olarak görüyorlar. Ama proletarya cephesinde hiçbir tarihsel özerk girişkenlik, ona özgü hiçbir siyasal hareket görmüyorlar.

Sınıf karşıtlığının gelişimi, sanayinin gelişimiyle başa baş yürüdüğü için, onların önünde proletaryanın kurtuluşunun maddi koşulları da bulunmuyor ve öncelikle bu koşulları yaratmanın toplumsal yasaları, toplumsal bilimi peşinde gidiyorlar.

Toplumsal faaliyetin yerini onların bulucu kişisel faaliyetlerinin alması gerekiyor, kurtuluşun tarihsel koşullarının yerini fantezinin alması, proletaryanın sınıf olarak adım adım gelişen örgütlenmesinin yerini kendi bulup çıkardıkları toplumsal örgütlenmenin alması gerekiyor. Onlara göre geleceğin dünya tarihi, propagandaya ve kendi toplum tasarımlarının uygulamada hayata geçirilmesine indirgeniyor.

Tasarımlarında esasen en çok acı çeken sınıf olarak emekçi sınıfın çıkarlarını temsil ettiklerinin bilincindeler gerçi. Ama proletarya onların gözünde yalnızca en çok acı çeken sınıf olma özelliğiyle var.

Gerek sınıf mücadelesinin gelişmemiş biçimi, gerekse kendi yaşam konumları, sınıf karşıtlığının çok üstünde olduklarını sanmaya götürmüştür onları. Toplumun tüm üyelerinin, en iyi durumda olanların da, yaşam koşullarını iyileştirmek isterler. Bu yüzden hiç ayrım gözetmeksizin sürekli toplumun tümüne, hatta özellikle de egemen sınıfa çağrı yaparlar. Çünkü sistemleri bir anlaşılsa, o sistemin en iyi toplum için en iyi tasarım olduğu kesin kabul edilecektir onlara göre.

Böyle baktıkları için de en başta devrimci eylemler olmak üzere tüm siyasal eylemleri kınarlar, hedeflerine barışçı yollardan ulaşmak isterler ve kuşkusuz başarısızlığa uğrayan küçük deneylerle, örnek göstermenin gücüne dayanarak, yeni toplumsal mukaddes kitaba yol açmaya çalışırlar.

Geleceğin toplumunun fantastik tasviri, proletaryanın henüz hiç gelişmemiş olduğu, dolayısıyla toplumu genel olarak dönüştürmek adına ilk anlamlı çıkışı için kendi tavrını da fantastik olarak kavradığı bir zamanda ortaya çıkmıştır.

Ama sosyal[ist] ve komünist yazılar, eleştirel öğeler de taşımaktadır. Mevcut toplumun bütün temellerine saldırırlar. Bu nedenle işçilerin aydınlanması için son derece değerli malzeme bırakmışlardır. Geleceğin toplumuna ilişkin olumlu savları, örneğin kentle kır arasındaki karşıtlığın, ailenin, kişisel mülk edinmenin, ücretli çalışmanın kaldırılması, toplumsal uyumun öngörülmesi, devletin salt üretimin yönetimine dönüştürülmesi —bütün bu savlar, henüz yeni yeni gelişmeye başlayan ve onların da ancak biçimlenmemiş ilk belirsizlik evresinde tanıdıkları sınıf karşıtlığının ortadan kalkışını dile getirmektedir yalnızca. Dolayısıyla bu savlar henüz salt ütopik bir anlam taşırlar.

Eleştirel-ütopik sosyalizm ve komünizmin önemi, tarihsel gelişimle ters orantılıdır. Sınıf mücadelesi ne oranda gelişmiş ve biçimlenmişse ona ilişkin bu fantastik bakış ve ona yönelik bu fantastik mücadele, kuramsal haklılığını, pratik değerini aynı oranda yitirir. Bu nedenle bu sistemlerin kurucuları yine de pek çok yönden devrimci oldukları halde, onların öğrencileri hep genci uçları oluştururlar. Proletaryanın tarihsel ilerlemesi karşısında inatla ustalarının eski görüşlerine sarılırlar. Bu yüzden sonuçta sınıf mücadelesini törpülemeye ve karşıtlıkları uzlaştırmaya uğraşırlar. Hala toplumsal ütopyalarını deney yoluyla gerçekleştirme, ayrık phalanstere'ler oluşturma, home-colony'ler kurma, küçük bir İkarya[ 8 ] —yeni Kudüs'ün on iki sayfalı forma baskısı— meydana getirme düşleri kurarlar ve bütün bu İspanyol şatolarının yapımı için de burjuva yüreklerdeki ve cüzdanlardaki insanseverliğe başvurmak zorunda kalırlar. Giderek yukarıda anlattığımız genci veya tutucu sosyalistler kategorisine düşerler, tek farkla ki, çok daha sistematik bilgiçlik vardır bunlarda ve kendi sosyal bilimlerinin yaratacağı mucizeye körü körüne inanmışlardır.

Bu yüzden, işçilerin olsa olsa yeni mukaddes kitaba cahilce inançsızlıktan kaynaklanabilen her çeşit siyasal hareketine kahırla karşı çıkarlar.

İngiltere'de Owen'cilar Çartistlere karşı, Fransa'da Fourier'ciler Reformculara karşı böyle tepki gösteriyorlar.
IV - Komünistlerin Çeşitli Muhalefet Partilerine Karşı Konumu

II. Bölüm'e bakınca, komünistlerin halen kurulu bulunan işçi partilerine, yani İngiltere'de Çartistlere, Kuzey Amerika'da tarım reformcularına karşı tutumları kendiliğinden anlaşılır.

Komünistler, işçi sınıfının en yakın amaçları ve çıkarları için mücadele ederler ama bugünün hareketi içinde hareketin geleceğini de temsil ederler. Fransa'da komünistler, tutucu ve köktenci burjuvaziye karşı sosyalist-demokratik partiyle[ 9 ] ittifak kuruyorlar, ama devrimci kalıntılardan gelen lafazanlıklara ve göz boyamalara karşı eleştirel tavırlarını da saklı tutuyorlar.

İsviçre'de radikalleri destekliyorlar, ama bu partinin, bir bölüğü Fransa'daki anlamıyla demokratik-sosyalist, bir bölüğü ise radikal burjuva olan birbiriyle çelişik unsurlardan meydana geldiğini gözden kaçırmaksızın.

Polonya'da komünistler, ulusal kurtuluşu tarım reformu şartına bağlayan partiyi destekliyor, 1846 Krakov Ayaklanmasını hayata geçiren de bu partiydi.

Almanya'da burjuvazi devrimci çıkış yaptığında komünist partisi, mutlakçı monarşiye, feodal toprak mülkiyetine ve küçük burjuvalığa karşı burjuvaziyle birlikte mücadele etti. Ama Alman işçilerinin, burjuvazinin egemenliğiyle birlikte gelmesi gereken toplumsal ve siyasal koşulları bir o kadar burjuvaziye karşı yöneltebilmeleri, yani Almanya'da genci sınıfların yıkılmasının hemen ardından burjuvazinin kendisine karşı mücadeleyi başlatabilmeleri için, komünist partisi, burjuvazi ile proletarya arasındaki düşmanca karşıtlığa ilişkin olabildiğince berrak bir bilinci işçilerde oluşturmayı da bir an olsun ihmal etmedi.

Almanya bir burjuva devriminin eşiğine geldiği için ve bu dönüşüm esasen Avrupa uygarlığının daha gelişkin koşullarına denk geldiği ve 17. yüzyıl İngiltere'sinden, 18. yüzyıl Fransa'sından çok daha gelişmiş bir proletarya ile tamamlanacağı için, yani Alman burjuva devrimi bir proleter devrimin ancak doğrudan bir "ön oyunu" olabileceği için, komünistler, esas dikkatlerini Almanya'ya yöneltiyorlar.

Tek kelimeyle komünistler, mevcut toplumsal ve siyasal durumlara karşı her yerde ve her çeşit devrimci hareketi destekliyorlar.

Tüm bu hareketler içinde, hangi gelişkinlik aşamasında olursa olsun mülkiyet sorununu hareketin temel sorunu olarak öne çıkarıyorlar.

Nihayet ancak komünistler her ülkenin demokratik partilerinin her yerde birleşip anlaşması için çalışıyorlar.

Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça bildirirler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.

Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!

Yazılış: Aralık 1847'den Ocak 1848'e kadar.
Dipnotlar

[ 1 ] [1888 İngilizce baskıya Engels'in notu.]

Burjuvazi, deyince, toplumsal üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran ve ücretli emeği sömüren modern kapitalistler sınıfını anlıyoruz. Proletarya, deyince ise, kendi mülkiyetinde üretim aracı bulunmadığından, yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçiler sınıfını anlıyoruz.

[ 2 ]

Daha kesin deyişle, elde bulunan yazılı tarih. Tüm yazılı tarihten önce gelen toplumsal ön tarih, 1847'de hemen hiç bilinmiyordu. O zamandan bu yana, Haxthausen, Rusya'da toprağın ortak mülkiyetini ortaya çıkardı, Maurer, tüm Alman kabilelerinin tarihsel başlangıç olarak bu temelde bulunduğunu kanıtladı ve giderek Hindistan'dan İrlanda'ya toplumun ilk biçiminin ortak toprak mülkiyetine sahip köy toplulukları olduğu bulundu. Nihayet Morgan'ın, gens'in hakiki doğasına ve kabiledeki konumuna ilişkin taçlandırıcı buluşuyla, bu ilkel komünal toplumun tipik yapısı ortaya kondu. Başlangıçtaki bu topluluk yapısının çözülmesiyle toplumun özel sınıflara ve sonunda karşıt sınıflara ayrılması başlıyor. [1888 İngilizce ve 1890 Almanca baskıya Engels'in notu.]
Bu çözülme sürecini "Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni"nde izlemeye çalıştım; ikinci baskı, Stuttgart 1886. [1888 İngilizce baskıya Engels'in notu.]

[ 3 ] [1888 İngilizce ve 1890 Almanca baskıya Engels'in notu.]

Hatta "üçüncü kesim" olarak feodal beylerinden ve ustalarından kendi özerk yerel yönetim ve siyasal haklarını koparma gücüne erişmeden önce de Fransa'da ortaya çıkan kentler "komün" diyorlardı kendilerine. Genel deyişle burada burjuvazinin ekonomik gelişimi için tipik ülke olarak İngiltere'yi, burjuvazinin siyasal gelişimi için de Fransa'yı ele aldık. [1888 İngilizce baskıya Engels'in notu.]
İtalyan ve Fransız kent burjuvaları, ilk özerk yönetim haklarını feodal beylerinden zorla aldıktan veya satın aldıktan sonra kendi kent topluluk-larını böyle adlandırdılar. [1890 Almanca baskıya Engels'in notu.]

[ 4 ]

Marx, sonradan, işçinin emeğini değil, emek gücünü sattığını ortaya koydu. -çev.

[ 5 ] [1888 İngilizce baskıya Engels'in notu.]

Kastedilen, 1660-1689 İngiliz restorasyon dönemi değil, 1814-1830 Fransız restorasyon dönemidir.

[ 6 ] [1888 İngilizce baskıya Engels'in notu.]

Bu, özellikle toprak soyluluğunun ve toprak ağalığının, mülklerinin büyük kısmını kendi hesaplarına kâhyalarına işlettikleri ve bunun yanında ayrıca büyük pancar şekeri ve patates alkolü üreticisi oldukları Almanya'ya ilişkindir. İngiliz aristokratları henüz o kadar düşmemişlerdir; ama az ya da çok kuşkulu anonim şirket kurucularına adlarını devretmek yoluyla rantların düşüşüne karşı rekabete nasıl girilebileceğini onlar da biliyor.

[ 7 ] [1890 Almanca baskıya Engels'in notu.]

1848 devrim dalgası tüm bu bayağı akımı ortalıktan süpürdü ve onlarda sosyalistlik yapma hevesi bırakmadı. Bu akımın esas temsilcisi ve tipi Bay Karl Grün'dür.

[ 8 ]

Phalanstere, Charles Fourier'nin tasarladığı sosyalist kolonilerin adıydı; Cabet, kendi ütopyasını ve sonra Amerika'daki komünist kolonisini İkarya diye adlandırıyordu. [1888 İngilizce baskıya Engels'in notu.]
Kendi komünist model toplumlarını Owen, home-colony'ler olarak adlandırıyor (ülke içi koloniler). Phalanstare, Fourier'nin tasarladığı toplumsal saraylardı. İkarya, komünist düzenlerini Cabet'in tasvir ettiği ütopik fantezi ülkesiydi. [1890 Almanca baskısına Engels'in notu.]

[ 9 ]

O zamanlar parlamentoda Ledru-Rollin'in, yazında Louis Blanc'ın ve basında "Réforme" adlı günlük gazetenin temsil ettiği parti. "Sosyal demokrasi" adı, onu bulanlar için, demokratik bir partide veya cumhuriyetçi bir partide az ya da çok sosyalist renkte bir seksiyon anlamına gelmekteydi. [1888 İngilizce baskıya Engels'in notu.]
O zamanlar Fransa'da kendine sosyalist-demokratik diyen parti, Ledru--Rollin'in siyasal, Louis Blanc'ın da yazınsal olarak temsil ettiği partiydi; yani bugünkü Alman Sosyal demokrasisinden dağlar kadar farklıydı. [1890 Almanca baskıya Engels'in notu.]

Devamını okuyun...>>

Fütürizm Manifestosu - F.T. Marinetti - 1909

* Biz tehlikeye karsi duydugumuz sevgiyi, enerjiyi ve atilganliga duydugumuz yakinligi yuceltmek istiyoruz.

* Yureklilik, gozupeklik ve baskaldiri, bizim yazimizin en temel ogeleri olacaktir.

* Bugune dek yazin, dusunce tembelliginden, kendisinden gecmeden ve uykudan ovgu ile soz etmistir. Biz ise simdi saldirgan devrimi, atesli uykusuzlugu, kosar adimi, olum taklasini, tokadi ve yumrugu ovuyoruz.

* Dunyanin guzelliginin, yeni bir guzellikle daha da zenginlestigini acikliyoruz: Bu guzellik, hizin guzelligidir. Karoserisini, icine cektigi havanin etkisi ile patlayacakmis goruntusu veren yilan benzeri borularin susledigi bir yaris arabasi motoru isitilirken son derece yuksek bir gurultu cikaran araba, Samothrakeli Nike'dan daha guzeldir.

* İdeal ekseni, kendi yorungesinde hizla ilerleyen dunyayi dolasan dumeni elinde bulunduran insani yuceltmek istiyoruz.

* Yazar, temel elementlerinin atesli tutkularini cogaltmak icin gonullu ve ictenlikle kendine vermekten cekinmemelidir.

* Guzellik artik yalnizca savasimda sozkonusudur. Saldirgan ozelliklerden yoksun bir yapit, basyapit olamaz. Yazin, insanlarin onunde saygiyla egilmelerini saglamak amaci ile bilinmeyen guclere yapilan bir saldiri olarak algilanmalidir.

* Biz cagimizin en son asamasinda bulunuyoruz!Olanaksizligin gizemli kapilarini acmak icin neden geriye bakalim? Zaman ve mekan dun yok olmustur. Bizler artik mutlak olanda yasiyoruz, cunku artik sonsuz ve herzaman icin var olacak olan hizi yaratmis bulunuyoruz.

* Muzeleri, kitapliklari ve her turlu akademiyi yikmak ve ahlakciliga, feminizme ve belli cikarlar ve amaclardan kaynaklanan korkakliga karsi savas acmak istiyoruz.

* Calisan, eglenen ve ayaklananlara neden olan buyuk insan kitlelerini yuceltmek istiyoruz; cagdas baskentlerdeki renkli ve cok sesli devrimci akimlari yuceltmek istiyoruz; goz kamastiran elektrikli aylar tarafindan aydinlatilan silah depolarini ve tersanelerini, dumanli yilanlara benzer trenleri yutan istasyonlari; goge yukselen dumanlariyla bulutlara asili duran fabrikalari, dev aletleri gibi nehirlerin iki yakasini birlestiren ve gunes isiginda bicak gibi parlayan kopruleri, gogu inleten ve seruvenler pesinde kosan vapurlari, raylarda, borularla cevrelenmis dev celik beygirler gibi kosmakta olan genis goguslu lokomatifleri ve ruzgarda bir bayrak gibi sallanan ve coskulu bir toplulugun alkisini andiran pervanesiyle goklerde kayarcasina ucan ucaklari yuceltmek istiyoruiz.

(20 Ocak 1909'da "Le Figaro" Gazetesinde F.T. Marinetti'nin yayinladigi "Le Futurisme" bildirisi.)

Devamını okuyun...>>

Russell-Einstein Manifestosu

9 Temmuz 1955’te Londra’da Bertrand Russell tarafından okundu. Bildiriyi Albert Einstein da imzalamıştır.


Manifestodan bir bölüm;

* İnsanlığın karşı karşıya kaldığı bu trajik durumda, bilim insanlarının kitle imha silahlarının geliştirilmesi sonucunda ortaya çıkan tehlikeleri değerlendirmek üzere bir konferansta bir araya gelmesi ve ekteki taslağın ruhuna uygun bir kararı tartışması gerektiğini düşündük. Biz burada bugün; o veya bu ulusun, kıtanın veya inancın üyeleri olarak değil, birer insan olarak, varlığının devamı şüpheye düşen İnsan türünün üyeleri olarak konuşuyoruz. Dünya çatışmalarla dolu ve tüm küçük çatışmaların üzerinde Komünizm ile Komünizm karşıtları arasındaki o büyük mücadele var. Siyasi bir bilinci olan hemen herkes bu konuların biri veya daha fazlası hakkında kuvvetli fikirlere sahiptir; ancak sizden, yapabilirseniz şayet, söz konusu düşünceleri bir kenara koyup kendinizi dikkate değer bir geçmişi bulunan ve yok oluşunu hiç birimizin arzu etmeyeceği biyolojik türün üyeleri olarak düşünmenizi istiyoruz.

Herhangi bir tarafı kayıracak tek bir söz bile söylememeye çalışacağız. Hepsi, aynı oranda tehlike içerisindeler ve şayet bu tehlike anlaşılabilirse bunu işbirliğiyle önlemek için umut olabilir. Yeni bir şekilde düşünmeyi öğrenmemiz lazım. Kendimize, hangi grubu tercih edersek edelim askeri zaferi sağlayacak hangi adımların atılması gerektiğini değil, tarafların tümü için yıkıcı olabilecek bir askeri mücadeleyi önlemek için hangi adımların atılması gerektiğini sormayı öğrenmek zorundayız. Kamuoyunda ve hatta yönetimde çeşitli kademelerde bulunan insanlar bile nükleer bombalarla gerçekleştirilecek bir savaşın neler getireceğinin farkında değil. Kamuoyu hâlâ sadece basitçe şehirlerin yok edileceğini düşünüyor. Yeni bombaların eskisinden daha güçlü olduğunu ve bir Atom bombasının Hiroşima'yı yok edebildiğini düşünürsek, Hidrojen bombasının Londra, New York ve Moskova gibi en büyük şehirleri yok edebileceği anlaşılıyor. Hidrojen bombalarıyla yapılacak bir savaşta büyük şehirlerin yok edileceğine şüphe yok. Ancak bu karşı karşıya kalınacak felaketlerin en küçüğü olacaktır. Londra, New York ve Moskova’daki herkes ortadan kaldırılırsa dünya kendini birkaç yüzyılda toparlayabilir. Ancak, özellikle Bikini testinden beri artık biliyoruz ki bu nükleer bombalar, yıkımı öngörülen bölgenin dışına, daha geniş bir alana aşamalı olarak yaymaktadır. Bir yetkilinin belirttiğine göre yeni nesil bir bomba Hiroşima’yı yıkan bombadan 2,500 kat daha güçlü bir şekilde üretilebilmektedir. Böyle bir bomba yerde veya su altında patlatıldığında üst hava katmanlarına radyoaktif parçacıklar göndermektedir. Daha sonra yavaş yavaş çökerek dünyanın yüzeyine öldürücü toz ve yağmurlar olarak inmektedirler. Japon balıkçıları ve yakaladıkları balıkları zehirleyen işte bu tozdur..."

kaynak: wikipedia.org

Devamını okuyun...>>

Sanayi Toplumu ve Geleceği - Unabomber (Ted John Kaczynski)

Giriş.

1. Sanayi Devrimi ve sonuçları insan soyu için bir
felaket oldu. Bu sonuçlar, “gelişmiş” ülkelerde
yaşayan bizlerin yaşamdan beklentilerimizi oldukça
arttırırken toplumun dengesini bozdu, yaşamı
anlamsızlaştırdı, insanları aşağılamalara maruz bıraktı,
yaygın psikolojik acılara (3. Dünya’da fiziksel acılara
da) yol açtı ve doğal dünyayı şiddetli zararlara uğrattı.
Teknolojik ilerleyişin devamı durumu daha da
kötüleştirecek; insanları daha büyük aşağılamalara
maruz bırakıp, doğal yaşamda daha fazla zarara sebep
olacak; büyük olasılıkla daha fazla sosyal bozulmaya
ve psikolojik acılara yol açacak; belki de “gelişmiş”
ülkelerde bile fiziksel acıların artmasına neden olacak.

2. Endüstriyel-teknolojik sistem devam edebilir veya
yıkılabilir. Eğer devam ederse, sonunda psikolojik ve
fiziksel acılar daha düşük seviyelere inebilir; ancak
uzun ve acı dolu bir alışma döneminden sonra ve
insanlarla diğer pek çok yaşayan organizmayı işlenmiş
birer ürün ve çark dişlilerine indirgemek pahasına.
Üstelik, sistem devam ederse, sonuçları kaçınılmaz
olacak. Sistemi, insanların saygınlığını ve
bağımsızlığını elinden almayacak bir şekilde
yenilemenin veya değiştirmenin bir yolu yok.

3. Eğer sistem çökerse, sonuçları yine çok acı verici
olacak. Ancak, sistem büyüdükçe çökmesinin
sonuçları da daha dehşetli olacağından eğer çökecekse
en kısa zamanda çökmesinde fayda var.

4. Biz, bu nedenle, endüstriyel sisteme karşı bir
devrimi savunuyoruz. Bu devrim, şiddetli veya
şiddetsiz olabilir, hemen gerçekleşebilir veya birkaç
on yıla yayılarak görece daha aşamalı olabilir.
Bunların hiçbirini şimdiden bilemeyiz. Ancak, biz,
endüstriyel sistemden nefret edenlerin, bu çeşit bir
topluma karşı bir devrimi hazırlamak için atmaları
gereken adımların bir taslağını çiziyoruz. Bu,
POLİTİK bir devrim olmayacaktır. Amacı ise
hükümetleri değil, bugünkü toplumun ekonomik ve
teknolojik temelini yıkmak olacaktır.

5. Bu makalede, endüstriyel-teknolojik sistemin
doğurduğu olumsuz gelişmelerin yalnızca bazılarına
değindik. Benzer diğer gelişmeleri yalnızca kısaca
açıkladık veya tümüyle göz ardı ettik. Bu, diğer
gelişmeleri önemsiz bulduğumuz anlamına gelmez.
Ancak pratik nedenlerden dolayı tartışmamızı yalnızca
yeterince toplumsal ilgi çekmeyen veya yeni bir şeyler
söyleyebileceğimiz alanlarla sınırlamak zorundayız.
Örneğin, iyi örgütlenmiş çevreci ve vahşi doğayı
savunan hareketler bulunduğundan, oldukça önemli
olduğunu düşünmemize rağmen çevre kirliliği veya
vahşi doğanın yıkımı hakkında çok az şey yazdık.

Modern Solculuğun Psikolojisi

6. Aşağı yukarı herkes, çok sorunlu bir toplumda
yaşadığımızı kabul edecektir. Dünyamızın içinde
bulunduğu çılgınlığın en yaygın göstergesi solculuk
olduğu için, solculuğun psikolojisi üzerine bir
tartışma, günümüz toplumunun sorunları konusunda
genel bir tartışmaya bir giriş görevi yapabilir.

7. Peki ama solculuk nedir? Yirminci yüzyılın ilk
yarısında solculuk pratikte sosyalizmle
özdeşleştirilebilirdi. Bugün ise bu hareket
parçalanmıştır ve kime tam anlamıyla solcu
denilebileceği açık değildir. Biz, bu makalede solcu
dediğimizde, temelde sosyalistleri, kollektivistleri,
“politik açıdan dürüst” tipleri, feministleri, gay ve
özürlü hakları savunucularını, hayvan hakları
eylemcilerini ve benzerlerini düşünüyoruz. Ancak bu
hareketlerin herhangi biriyle ilgisi olan herkes solcu
değildir. Bizim bu tartışmada hedeflediğimiz, bir
hareketin ya da ideolojinin psikolojik açıdan
incelenmesi ya da bağlantılı tiplerin genel olarak
incelenmesidir. Neyse, “solculuk” tan neyi
kastettiğimiz, solcu psikolojisi üzerine tartışmamız
ilerledikçe daha açık bir hal alacaktır. (Ayrıca 227-
230. paragraflara bakınız).

8. Yine de, solculuk kavramımız açık olmaktan çok
uzak olsa da, bu duruma bir çare bulunamayacak gibi
görünüyor. Yapmaya çalıştığımız tek şey, çağdaş
solculuğun temel dürtüsünü oluşturduğuna
inandığımız iki psikolojik eğilimi kabaca ve yaklaşık
olarak göstermek. Hiçbir şekilde solcu psikolojisi
hakkındaki TÜM gerçeği anlattığımızı iddia
etmiyoruz. Ayrıca, tartışmamız yalnızca çağdaş
solculuğu ele almak kastında. Tartışmamızın, 19.
yy.daki ve 20. yy.ın başındaki solculara ne derece
uyarlanabileceği sorusunu tartışmaya açık bırakıyoruz.

9. Çağdaş solculuğun temelinde yatan iki eğilime
“aşağılık duygusu” ve “aşırı toplumsallaşma” adını
veriyoruz. Aşağılık duygusu, çağdaş solculuğun
bütününde görülen bir özellikse de, aşırı
toplumsallaşma, çağdaş solculuğun yalnızca belli bir
kesiminde görülen bir özelliktir; ancak bu kesim
oldukça etkilidir.

Aşağılık Duygusu

10. “Aşağılık duygusu”ndan kastımız, yalnızca katı
anlamda aşağılık duygusu değil, buna ilişkin
özelliklerin bütün bir yelpazesidir: Kendine az değer
verme, güçsüzlük duyguları, depresif eğilimler,
yenilmişlik, suçluluk, kendinden nefret etme vb.
Bizce, çağdaş solcular (az ya da çok bastırılmış9 böyle
duygulara meyildirler ve bu duygular çağdaş solun
yönünü belirlemede etkilidir.

11. Biri, kendisi (veya bağlı bulunduğu grup)
hakkında söylenen her şeyi kötü anlarsa, onun aşağılık
duygusuna sahip olduğuna veya kendisine az değer
verdiğine kanat getiririz. Bu eğilim, hakkını
savunduğu azınlığa ait olsun ya da olmasın, azınlık
hakları savunucularında görülür. Onlar, azınlıkları
belirtmek için söylenen kelimeler ve azınlıklarla ilgili
olarak söylenen her şey konusunda olağanüstü
hassastırlar. Afrikalılar için kullanılan “negro”,
Asyalılar için kullanılan “doğulu”, özürlüler için
kullanılan “sakat” veya kadınlar için kullanılan “piliç”
terimleri kökenlerinde hiçbir kötü çağırışım
taşımıyorlardı. “Karı” ve “piliç”, yalnızca “herif” veya
“züppe”nin dişi karşılıklarıydı. Eylemciler, bu
terimlere olumsuz anlamları kendileri yakıştırdılar.
Bazı hayvan hakları savunucuları, “evcil hayvan”
terimini reddedip, yerine “dost hayvan” denmesinde
ısrar edecek kadar ileri gittiler. Solcu antropologlar,
ilkel halklar üzerinde olumsuz olarak algılanabilecek
herhangi bir şey söylemekten kaçınmak için büyük
çaba sarf ediyorlar. “İlkel” sözcüğünün yerine “okuma
yazması olmayan” sözcüğünü yerleştirmek istiyorlar.
Herhangi bir ilkel kültürün bizimkinden daha aşağı
olduğunu ima edebilecek herhangi bir şey konusunda
neredeyse paranoyak gibi davranıyorlar. (Biz, ilkel
kültürlerin bizimkinden daha aşağı OLDUĞUNU
söylemek istemiyoruz. Yalnızca solcu antropologların
aşırı hassasiyetine dikkat çekiyoruz.)

12. “Politik ahlaksızlık” terminolojisine karşı en
hassas insanlar, gettolarda yaşayan zenciler, Asyalı
göçmenler, tacize uğrayan kadınlar ya da özürlüler
değil, bu “baskı gören” gruplardan birine bile ait
olmayan, aksine toplumun ayrıcalıklı kesimlerinden
gelen eylemci azınlıktır. “Politik dürüstlük” en çok,
yüksek maaşlarıyla güvenleri, işleri olan ve çoğunu
üst sınıf ailelerinden gelen Heteroseksüel beyaz
erkeklerin oluşturduğu üniversite profesörleri
tarafından savunulur.

13. Çoğu solcuda, bir şekilde aşağı bir imaja sahip
grupların problemleriyle yoğun bir özdeşleşme vardır:
Örneğin, zayıf (kadınlar), yenilmiş (Kızılderililer),
tiksindirici (homoseksüeller) imajları gibi. Solcuların
kendileri de bu grupların aşağı olduğunu hisseder.
Bunu asla kendilerine itiraf edemeseler de, onların
problemleriyle özdeşleşmeleri, kesinlikle bu grupları
aşağı görmelerindendir. (Kadınların, Kızılderililerin
vb. aşağı OLDUĞUNU ileri sürmek istemiyoruz;
sadece solu psikolojisi hakkında bir noktaya açıklık
getiriyoruz.)

14. Feministler, kadınların da erkekler kadar güçlü ve
yetenekli olduğunu ispatlamak için umutsuzca
hevesleniyorlar. Açıkça görülüyor ki, kadınların
erkekler kadar yetenekli ve güçlü
OLMAYABİLECEKLERİNDEN için için
korkuyorlar.

15. Solcularda, güçlü, iyi ve başarılı imaja sahip her
şeyden nefret etme eğilimi vardır. Amerika’dan nefret
ederler, Batı uygarlığından nefret ederler, beyaz
erkeklerden nefret ederler, akılcılıktan nefret ederler.
Solcuların, Batı’dan vb. den nefret etmek için öne
sürdükleri nedenler, gerçek nedenleriyle aynı değildir.
Batı’dan, savaşçı, emperyalist, cinsiyetçi vb. olduğu
için nefret ettiklerini SÖYLERLER; ancak aynı
hatalar sosyalist ülkelerde veya ilkel kültürlerde ortaya
çıktığında, bir solcu onlar için bahaneler bulur veya en
iyi koşulda, İSTEMEYEREK bunların varlığını kabul
eder ve büyük bir ATEŞLİLİKLE bu hataların Batı’da
da bulunduğunu belirtir (ve genelde çok abartı).
Böylelikle, açıktır ki, bu hatalar, bir solcunun Amerika
ve Batı’dan nefret etmek için gerçek nedenleri
değildir. O, güçlü ve başarılı olduğu için Amerika ve
Batı’dan nefret etmektedir.

16. “Kendinden emin olmak”, “kendine güven”,
“öncelik”, “girişim”, “iyimserlik” vb. gibi kelimeler
liberal ve solcu sözcük dağarcığında çok küçük yer
alır. Solcu, bireycilik karşıtı, kollektivist taraftarıdır.
O, toplumun, herkesin problemini çözmesini, herkesin
ihtiyaçlarını karşılamasını, onlara bakmasını ister.
Kendi problemlerini çözebilme ve kendi ihtiyaçlarını
karşılayabilme yetisine güvenebilen biri değildir.
Solcu, rekabet kavramına muhaliftir çünkü içten içe
kendini yenilmiş gibi hisseder.

17. Çağdaş solcu entelektüellere çekici gelen sanat
şekilleri genelde sefalet, yenilgi ve umutsuzlu
üzerinde odaklanmaya meyillidir, ya da sanki akılcı
hesaplamalarla hiçbir şey başarma ümidi yokmuş ve
yapılabilecek tek şey insanın kendisini o anki
duygulara bırakmasıymış gibi bir hava takınır.

18. Çağdaş solcu düşünürler, akıl, bilim ve nesnel
gerçekliği reddedip her şeyin kültürel olarak göreceli
olduğunda ısrar etme eğilimindedirler. Bilimsel
bilginin kökenleri ve nesnel gerçekliğin nasıl
tanımlanabildiği (eğer tanımlanabilirse) konusunda
ciddi sorular sorulabileceği doğrudur. Ancak, çağdaş
solcu düşünürlerin, bilginin kaynaklarını sistematik bir
biçimde çözümleyen, soğukkanlı birer mantıkçı
olmadığı da açıktır. Onlar, gerçekliğe ve doğruya
yönelttikleri bu saldırıya gönülden bağlıdırlar.bu
kavramlara, kendi psikolojik ihtiyaçlarından ötürü
saldırırlar. Bir kere, onların saldırıları
düşmanlıklarının dışa vurumudur ve başarılı olduğu
ölçüde de, güç dürtülerini tatmin eder. Daha da
önemlisi solcu, bilimden ve akılcılıktan nefret eder;
çünkü bunlar bazı inançları doğru (başarılı, üstün vb.)
olarak, diğerlerini ise yanlış (başarısız, aşağı vb.)
olarak sınıflandırırlar. Solcunun aşağılık duygusu o
derece derindir ki, bazı şeylerin başarılı veya üstün,
diğerlerinin ise başarısız veya aşağı olarak
sınıflandırılmasına tahammül edemez. Birçok
solcunun akıl hastalığı kavramını ve IQ testlerin
yararını reddetmesinin temelinde bu yatar. İnsanların
yetenek ve davranışların genetik açıklamaların
solcular karşıdır; çünkü böyle açıklamalar, bazı
insanları diğerlerin karşı üstün veya aşağı gösterir.
Solcular bir bireyin yeteneğinin veya yeteneksizliğinin
faturasını topluma çıkarmayı yeğlerler. Yani, eğer bir
insan “aşağı” ise, o kişi iyi yetiştirilmediğindendir, bu
kendi hatası değil toplumun hatasıdır.

19. Solcu aşağılık duygusunun etkisiyle bir övüngen,
egoist, palavracı, yalnızca acımasız bir rekabetçi
haline gelen bir kişi değildir. Bu tip insan kendisine
olan güvenini daha tamamıyla kaybetmiş değildir. Bu
insanın kendi gücü ve değeri konusunda biraz şüphesi
olsa da, kendini hala güçlü olma yetisi olan birisi
olarak görür ve kendini güçlü biri yapma çabaları bu
hoş olmayan davranışlarına neden olur.(1) Ancak, bir
solcu bu durumun çok ötesindedir. Onun aşağılık
duygusu öylesine kökleşmiştir ki, kendisinin bir birey
olarak güçlü ve değerli olduğunu düşünemez bile.
Sonra da solcu kolektivizmi. O, yalnızca kendisini
özdeşleştirdiği büyük bir örgütlenmenin ya da kitle
hareketinin bir üyesi olarak güçlü hisseder.

20. Solcu taktiklerin mazoşist eğilimlerine dikkat edin.
Solcular protestolarını araçların önüne yatarak
yaparlar ya da polisi veya ırkçıları kendilerine
saldırmaları için tahrik ederler. Bu taktikler
çoğunlukla etkili olabilir, ama pek çok solcu bunları
bir sonuca varmak için değil, mazoşist taktikleri
TERCİH ETTİKLERİNDEN kullanır. Kendinden
nefret etme, bir solcu özelliğidir.

21. Solcular eylemliliklerinin şefkatten veya ahlaki
prensiplerden kaynaklandığını iddia edebilirler; ahlaki
prensipler aşırı toplumsallaşmış solcu tipinde
gerçekten de bir yere sahiptir. Ancak, şefkat ve ahlaki
prensipler solcu eylemliliğin temel nedenleri olamaz.
Düşmanlık solcu tavırda çok önemli bir yer tutar; güç
dürtüsü de öyle. Üstelik, solcu tavrın önemli bir
parçası, solcuların yardım etmeye çalıştıklarını iddia
ettikleri insanlara yararlı olması için mantıken
hesaplanmamıştır. Örneğin eğer olumlayıcı eylemin
zenciler için iyi olacağı düşünülüyorsa, düşmanca
veya dogmatik bir olumlayıcı eylemde ısrar etmek
mantıklı mıdır? Olumlayıcı eylemin kendilerine karşı
ayrımcılık yaptığını düşünen beyazlara en azından
sözel ve sembolik jest anlamına gelebilecek
diplomatik ve uzlaştırıcı bir yaklaşım açıkça daha
verimli olacaktır. Ancak solcu eylemciler böyle bir
yaklaşıma girmezler; çünkü bu onların duygusal
gereksinimlerini karşılamayacaktır. Amaçları
zencilere yardım etmek değil, tersine, ırklar arası
sorunlar, onların kendi düşmanlıklarını ve
karşılanmamış güç ihtiyaçlarını ifade etmek için bir
bahane teşkil ediyor. Böyle yaparak zencilere aslında
zarar veriyorlar; çünkü, eylemcilerin beyaz çoğunluğa
karşı takındıkları düşmanca tavır, ırklar arası nefreti
yoğunlaştırıyor.

22. Eğer toplumumuzun hiçbir sorunu olmasaydı bile,
solcular, yaygara koparmak için bir neden bulmak
üzere sorun İCAT ETMEK zorunda kalacaklardı.

23. Bu anlattıklarımızın, solcu olarak görülen herkesin
kesin bir tanımı olma iddiasında bulunmadığını
vurguluyoruz. Bu, yalnızca solculuğun genel
eğiliminin belirtilmesidir.

Aşırı Toplumsallaşma

24. Psikologlar, “sosyalleşme” terimini, çocukların
toplumun isteklerine göre düşünme ve davranmayı
öğrendikleri süreci belirtmek için kullanırlar. Bir
insan, toplumunun ahlaksal törelerine inanıp uyarsa ve
o toplumun işleyen bir parçası olarak içinde yer alırsa,
onun iyi sosyalleşmiş olduğu söylenir. Pek çok
solcunun aşırı toplumsallaşmış olduğunu söylemek
mantıksız gibi gelebilir; çünkü solcular birer asi olarak
görülürler. Yine de bu fikir savunulabilir; pek çok
solcu göründüğü kadar asi değildir.

25. Toplumumuzun ahlaki töreleri öyle sert ki, kimse
tamamıyla ahlaklı bir biçimde düşünemiyor,
hissedemiyor veya davranamıyor. Örneğin aslında hiç
kimseden nefret etmememiz gerekirken, neredeyse
herkes, herhangi bir zaman birinden nefret etmiştir
(bun kendisine itiraf etmiş olsa da, olmasa da). Bazı
insanlar öylesine aşırı toplumsallaşmışlardır ki, ahlaki
bir biçimde düşünme, hissetme ve davranma girişimi
onlara ağır bir yük olur. Bu insanlar da suçluluk
duygusunu azaltmak için, aslında ahlaki bir temeli
olmayan duygular ve hareketler için ahlaki
açıklamalar bularak motifleri konusunda kendilerini
sürekli aldatmak zorunda kalırlar. “Aşırı
toplumsallaşmış” terimini böyle insanları tanımlamak
için kullanıyoruz.(2)

26. Aşırı toplumsallaşma, kendine az değer vermeye,
güçsüzlük, yenilmişlik ve suçluluk duygusuna ve
benzer şeylere yol açabilir. Toplumumuzun çocukları
toplumsallaştırmada kullandığı en önemli
yöntemlerden biri de, onları, toplumun beklentilerine
karşı gelen bir davranış veya söz için utandırmaktır.
Bu çok fazla yapılırsa, ya da çocuğun böyle duygulara
karşı özel bir hassasiyeti varsa, çocuk
KENDİSİNDEN nefret etmeye başlar. Üstelik, aşırı
toplumsallaşmış insanınkine göre, toplumun
beklentileriyle daha çok sınırlanmıştır. İnsanların
çoğunluğu önemli oradan uygunsuz davranışta
bulunur. Yalan söylerler, önemsiz hırsızlıklar yaparlar,
trafik kurallarını çiğnerler, işlerini asarlar, birinden
nefret ederler, acımasız sözler söylerler ya da başka
birini geçmek için sinsi hileler yaparlar. Aşırı
toplumsallaşmış bir insan, kabul edilmiş ahlaka karşı
gelen duygu veya düşünceleri suçluluk duymadan
yaşayamaz bile; “temiz olmayan” düşünceleri
düşünemez. Toplumsallaşma yalnızca bir ahlak
meselesi değildir; ahlak başlığı altında
toplanamayacak pek çok davranış normuna da uymak
üzere sosyalleşiriz. Böylece aşırı toplumsallaşan insan
psikolojik bir tasma ile bağlanır ve yaşamını,
toplumun onun için döşediği raylar üzerinde koşarak
geçirir. Bu, aşırı toplumsallaşmış pek çok insanda,
ciddi bir sıkıntı haline gelebilecek çekince ve
güçsüzlük duygusuna yol açar. Bizde, aşırı
toplumsallaşma insanlığın, bireye yaptığı en büyük
zulümdür.

27. Biz çağdaş solun önemli ve etkili bir bölümünün
aşırı toplumsallaşmış olduğunu ve bu durumun çağdaş
solculuğun yönünü belirlemede çok önemli olduğunu
iddia ediyoruz. Aşırı toplumsallaşmış tipte solcular
genelde entellektüeller veya orta sınıfın üst
tabakalarının üyeleri arasından çıkar. Üniversite
entelektüellerinin(3) toplumumuzun en aşırı
toplumsallaşmış bölümünü ve ayrıca sol kanat
bölümünü oluşturduğuna dikkat edin.

28. Aşırı toplumsallaşmış tipte bir solcu, isyan ederek,
psikolojik tasmasını çıkarmaya ve bağımsızlığını ilan
etmeye çalışır. Ancak, genelde toplumun en temel
değerlerine isyan edecek denli güçlü değildir. Genel
olarak konuşursak, bugünün solcularının amaçları,
kabul edilen ahlaklar çatışma içinde DEĞİLDİR. Tam
tersine, sol, kabul edilmiş ahlaki bir prensibi alarak
kendisininmiş gibi benimser ve sonra da toplumu bu
prensibe uymamakla suçlar. Örnekler: Irklar arası
eşitlik, cinslerin eşitliği, fakirlere yardım etmek,
savaşa karşı barış, genel olarak şiddet karşıtlığı, ifade
özgürlüğü, hayvanlara iyi davranmak. Daha da
temelde, bireyin topluma hizmet etme görevi ile
toplumun bireye bakma görevi. Tüm bunlar, uzun
zamandır toplumumuzun (ya da en azından orta ve üst
sınıfların)(4) kökleşmiş değerleridir. Bu değerleri
iletişimsel medya ile eğitim sistemi tarafından bize
sunulan materyallerin çoğunda, açıkça veya ima
edilerek ifade edilmişti veya koşul olarak öne
sürülmüştü. Solcular, özellikle de aşırı
toplumsallaşmış tiptekiler,, bu prensiplere
başkaldırmazlar ancak topluma karşı düşmanlıklarını,
(bir derece haklılık payıyla) toplumun bu ilkelere göre
yaşamadığını iddia ederek haklı çıkarırlar.

29. Aşırı toplumsallaşmış bir solcunun, topluma
başkaldırdığını iddia ederken, onun geleneksel
tavırlarına nasıl da bağlı olduğunu gösteren bir örnek
verelim: pek çok solcu, olumlayıcı eylem için uğraşır;
zencileri iyi okullara sokmak için, zenci okullarında
daha gelişmiş bir eğitim ve böyle okullara daha fazla
para verilmesi için; zencilerin “alt sınıf”larının
yaşamlarını yüz karası olarak görür. Onlar, zencileri
sistemin içine sokmak; orta sınıfın üst tabakalarındaki
beyazlar gibi birer iş adamı, avukat, bilim adamı
yapmak istiyorlar. Buna solcuların cevabı, yapmak
istedikleri en son şeyin zencileri beyazların kopyası
haline getirmek olduğudur; aksine, Afro-Amerikan
kültürü korumak istiyorlardır. Ancak bunun neresi
Afro-Amerikan kültürünü korumakla uyumlu? Zenci
yemekleri yemek, zenci tarzı müzikleri dinlemek,
zenci tarzı giyinmek ve zenci tarzı bir kilise veya
camiye gitmekten daha fazlasının bulabilmeniz çok
zordur. Yani, kendisini yalnızca yapay yollarla ifade
edebilir. Tüm ESAS konularda, aşırı toplumsallaşmış
solcuların çoğu, bir zencinin orta sınıftan beyazlara
uymasını istiyorlar. Onu teknik konularda çalıştırmak;
onu bir yönetici veya bilim adamı yapmak; zencilerin
de beyazlar kadar iyi olduğunu göstersin diye,
yaşamını statü merdivenlerinde harcatmak istiyorlar.
Zenci babaları “sorumlu” hale getirmek istiyorlar,
zenci çetelerin şiddet kullanmamasını istiyorlar vb.
Ancak bunlar, kesinlikle endüstriyel teknolojik
sistemin değerleridir. Bir insan; okula gittiği, saygın
bir işte çalıştığı, statü merdivenini tırmandığı,
“sorumlu” bir ebeveyn olduğu ve şiddet kullanmadığı
vb. sürece, sistem, onun hangi müziği dinlediği, neler
giydiği veya hangi dine inandığıyla zerre kadar
ilgilenmez. Yani, aşırı toplumsallaşmış bir solcu, ne
kadar reddederse etsin, aslında, zencileri sisteme
sokmak ve onlara bu sistemin değerlerini kabul
ettirtmek istemektedir.

30. Elbette ki, aşırı toplumsallaşmış tipte bile olsa,
solcuların, toplumun temel değerlerine ASLA
başkaldırmadığını iddia etmiyoruz, tabii ki bazen
başkaldırıyorlar. Bazı aşırı toplumsallaşmış solcular,
fiziksel şiddet kullanarak, toplumun en önemli
değerlerinden birine başkaldıracak kadar ileri bile
gittiler. Kendi ifadelerine göre, şiddet onlar için bir
“kurtuluş” çeşidi. Yani, şiddete başvurarak, içlerine
yerleştirilen psikolojik baskılardan kurtulabiliyorlar.
Aşırı toplumsallaşmış olduklarından, bu sınırlamalar
onlar için diğer insanlardan daha hapsedici olmuştur,
bu yüzden de onlardan kurtulmak isterler. Ama
genelde isyanlarını orta yolun değerleriyle haklı
çıkarırlar. Eğer şiddete başvurulursa, ırkçılığa karşı
savaştıklarının falan söylerler.

31. Yukarıda, solculuk psikolojisine dair ortaya
koyduğumuz temel ilkelere pek çok itirazın
yükselebileceğinin farkındayız. Gerçek durum
karmaşık ve bunun ayrıntılı açıklaması, tüm gerekli
veriler elde olsaydı bile, birkaç cilt gerektirirdi. Bizim
iddiamız, yalnızca çağdaş solculuğun psikolojisindeki
en önemli iki eğilimi kabaca göstermiş olduğumuzdur.

32. Solcuların problemleri, toplumumuzun bir bütün
olarak sahip olduğu problemleri de gösteriri. Kendine
az değer verme, depresif eğilimler ve yenilmişlik
duygusu yalnızca solla sınırlı değil. Solda özellikle
göze çarpıyor olsa da, bu sorunlar toplumumuzda
oldukça yaygın. Ve bugünün toplumu da, bizi, önceki
bütün toplumlardan daha fazla toplumsallaştırmaya
çalışıyor. Nasıl yiyeceğimizi, nasıl spor yapacağımızı,
nasıl sevişeceğimizi, çocuklarımızı nasıl
yetiştireceğimizi vb. bile uzmanlardan öğrenir hale
geldik.

Güç Süreci

33. İnsanlar, bizim “güç süreci” adının verdiğimiz bir
ihtiyaç içindedirler (büyük olasılıkla biyolojiye bağlı
olarak). Bu, güç ihtiyacıyla yakından ilgiliyse de, tam
olarak aynı şey değildir. Güç sürecinin dört öğesi
vardır. Bunların en açık olan üçüne Amaç, Çaba ve
Amaca Ulaşma adlarını veriyoruz. (Herkesin, ulaşmak
için çaba gerektiren amaçlara ve en azından
amaçlarının bazılarına ulaşma başarısına ihtiyacı
vardır). Dördüncü öğeyi ise tanımlamak biraz zor; bu
öğe herkeste bulunmayabilir de. Buna Bağımsızlık
diyoruz ve bunu daha sonra anlatacağız. (42-44.
paragraflar)
Ulaşılması Çaba
Gerektiren Amaçların
Yokluğu
Can Sıkıntısı
Aşırı Zevk
Arayışı
Doyumsuz
Hazcılık
Cinsel
Sapkınlık
Aşırı
Beslenme
Beslenme
Bozuklukları
Uyku
Bozuklukları
Suçluluk
Endişe
Kendini
Değersiz Görme
Bunalım
Eğilimi
Hüsran
Öfke
Suistimal
Amaca Ulaşmakta
Başarısızlık

GÜÇ SÜRECİNİN BOZULMASINDAN
DOĞAN BELİRTİLERİN ŞEMASI

34. Şimdi, istediği her şeye, yalnızca bir dilekle sahip
olan birinin durumunu düşünelim. Böyle bir insan
güce sahiptir ama, ciddi psikolojik sorunlarla
karşılaşacaktır. Bu kişi, önceleri çok eğlenecektir,
ancak zamanla kesinlikle sıkılacak ve morali
bozulacaktır. Sonunda, klinik bir bunak bile olabilir.
Tarih, hali vaktinde yerinde aristokratların düşkün
olma eğiliminde olduklarını gösteriyor. Bu,
egemenliklerini yerleştirmek için mücadele vermek
zorunda olan savaşçı aristokrasiler için doğru değildir.
Ancak, yorulmasına gerek kalmayan, durumu iyi olan
ve güvenlikteki aristokratlar, güçleri olmasına rağmen,
genelde sıkılırlar, hazcı olurlar ve moralleri bozulur.
Bu da, gücün yeterli olmadığını gösteriyor. Bir insanın
uğrunda gücünü deneyeceği amaçları olmalı.

35. Herkesin amaçları vardır; en azından yaşamak için
gereken fiziksel ihtiyaçları karşılamak gibi: yiyecek,
su ve iklimin gerektirdiği giyim ile barınak. Ancak
hali vakti yerinde bir aristokrat tüm bunları, çaba
harcamadan elde eder. Sonra da sıkıntı ve moral
bozukluğu başlar.

36. Önemli amaçların elde edilmemesi, amaçlar,
fiziksel ihtiyaçlar olduğu takdirde, ölümle
sonuçlanabilir, ve elde edilemese de yaşamın devam
edebileceği amaçların elde edilmemesi de hayal
kırıklığına yol açar. Amaçların, yaşam boyunca
sürekli olarak elde edilememesi yenilmişlik, bunalım
ve kendini değersiz görmeyle sonuçlanır.

37. Yani, ciddi psikolojik problemlere yakalanmamak
için, bir insan, uğruna çaba harcaması gereken
amaçlara gerek duyar ve bu amaçlara ulaşmada en
azından makul bir oranda başarıya sahip olmalıdır.

Yapay Etkinlikler

38. Ancak, tüm hali vakti yerinde aristokratlar sıkılıp
ahlaklarını bozmazlar. Örneğin, imparator Hirohito,
yozlaşmış bir düşkünlüğe dalacağına, kendisini deniz
biyolojisine adadı ve bu alanda hatırı sayılır kişilerden
biri oldu. İnsanlar, fiziksel gereksinimlerini
karşılamak için çabalamak zorunda kalmadıklarında,
kendilerine yapay amaçlar bulurlar. Çoğu durumda da,
bu amaçlar için, fiziksel gereksinimler için sarf
edecekleri kadar çaba gösterirler. Nitekim Roma
İmparatorluğu’ndaki aristokratlar edebiyat alanında
gösteriş yapıyorlardı; birkaç yüzyıl önce pek çok
Avrupalı aristokrat, ete ihtiyaç duymadığı halde,
avlanmak için muazzam zaman ve enerji harcıyordu;
diğer aristokratlar statü uğruna, özenle hazırlanmış
zenginlik teşhirleri yaparak mücadele ediyorlardı; ve
Hirohito gibi birkaç aristokrat da kendini bilime
adıyordu.

39. “Yapay etkinlikler” sözcüğünü, şu tür bir etkinliği
anlatmak için kullanıyoruz: İnsanların, yalnızca elde
etmek yolunda çaba göstermek için veya yalnızca
amaca ulaşmaya çalışmaktan edindikleri “tatmin” için
kendilerine buldukları yapay amaca yönelik bir
faaliyet. Bu, yapay etkinlikleri ayırt etmek için temel
kuraldır. X amacına ulaşmak için çok zamanını ve
enerjisini adayan bir kişiyi düşünerek, kendinize şu
soruyu sorun: Eğer bu kişi, zamanının ve enerjisinin
çoğunu biyolojik gereksinimlerini karşılamaya
harcamak zorunda kalsaydı ve bu çaba da onun
fiziksel ve zihinsel yeteneklerini değişik ve ilginç bir
biçimde kullanmasını gerektirseydi, bu kişi X amacına
ulaşmadığı için kendini bir şeyden yoksun hisseder
miydi? Eğer cevap hayırsa bu kişinin X amacına
ulaşmaya çabalaması bir yapay etkinliktir.
Hirohito’nun deniz biyolojisi konusundaki çalışmaları
açıkça bir yapay etkinlikti; çünkü, Hirohito, yaşamsal
gereklilikleri elde etmek için zamanını bilim dışı
ilginç işlere harcamak zorunda kalsaydı, deniz
hayvanlarının anatomileri ve yaşam döngüleri üstüne
her leyi bilmediği için kendisini bundan yoksun
hissetmezdi; bu açık. Ancak, aşk ve cinsellik arayışı
bir yapay etkinlik değildir, çünkü çoğu kişi, yaşamı
diğer yönlerden tatmin edici olsa bile, karşı cinsin bir
üyesiyle hiçbir ilişkiye giremediğinde bunun
eksikliğini hisseder. (ancak aşırı, yani kişinin
gereksinim duyduğundan daha fazla cinsellik arayışı
yapay bir etkinlik olabilir.)

40. Çağdaş endüstriyel toplumda, kişinin fiziksel
gereksinimini gidermesi için asgari bir çaba yeterlidir.
Önemsiz bir beceri edinmek için asgari bir çaba
yeterlidir. Önemsiz bir beceri edinmek üzere bir
eğitim programından geçmek, sonra da işe zamanında
gelip, işin gerektirdiği son derece mütevazı çabayı
göstermek yeter. Tüm gereken, makul bir oranda akıl
ve en çok da İTAAT. Kişi bunlara sahipse, toplum ona
beşikten mezara dek bakar. (Evet, fiziksel
gereksinimlerine karşılanmış gözüyle bakamayan bir
alt sınıf var ama biz burada orta sınıftan
bahsediyoruz). Bu yüzden, çağdaş toplumun yapay
etkinliklerle dolu olması şaşırtıcı değil. Bilimsel
çalışmalar; atletik başarılar; hayırsever işler; sanatsal
ve edebi yaratılar; kariyer basamaklarında tırmanma;
artık fiziksel tatmin veremeyecek kadar çok para ve
mal mülk edinimi ve beyaz olmayan azınlıklar için
çalışan beyaz eylemcilerin durumunda olduğu gibi,
eylemciyi kişisel olarak ilgilendirmeyen konulardaki
eylemler; bunların hepsi yapay etkinliklere girer.
Unlar her zaman YALNIZCA yapay etkinlik değildir;
çünkü, çoğu insan, bir amaç sahibi olmaktan başka
nedenlerle de kısmen motive olabilir. Ancak, bunları
yapan insanların birçoğu için, bu eylemler büyük
oranda yapay etkinliklerdir. Örneğin, bilim
adamlarının çoğu, yaptıkları işten edindikleri
“tatmin”in, kazandıkları prestij ve paradan daha
önemli olduğunu kabul edeceklerdir.

41. Çoğu insan için, yapay etkinlikler, gerçek
amaçlara ulaşmaya çalışmaktan daha az tatmin
edicidir. (Gerçek amaçlar, yani, insanların, güç
süreçleri tamamlandığı takdirde ulaşmak isteyecekleri
amaçlar.) Bunun göstergelerinden biri de, yapay
etkinliklerle çok yakından ilgilenen insanların asla
tatmin olmamaları, huzur bulmamalarıdır. Böylece,
paragöz sürekli daha fazla server için can atar. Bilim
adamı, bir problemi bitirir bitirmez diğerine geçer.
Uzun mesafe koşucusu kendisini sürekli daha hızlı ve
daha fazla koşmaya zorlar. Yapay etkinlikler
peşindeki birçok insan, bu etkinliklerin kendilerine
biyolojik ihtiyaçlarını gidermek gibi “fani” bir işten
daha fazla tatmin getirdiğini söylese de bunun nedeni,
toplumumuzda biyolojik ihtiyaçları karşılama işinin
saçmalığa indirgenmiş olmasıdır. Daha da önemlisi,
toplumumuzda insanlar biyolojik ihtiyaçlarını
BAĞIMSIZ OLARAK değil, toplumsal bir makinenin
parçaları olarak karşılarlar. Ama tam aksine, yapay
etkinliklerde bulunurken büyük oranda bağımsızdırlar.

Bağımsızlık

42. Bağımsızlık, güç sürecinin bir parçası olarak her
bireye gerekmeyebilir. Ancak, çoğu insan, amaçları
için çabalarken az çok, bağımsızlığa ihtiyaç duyar.
Çabaları kendi inisiyatiflerine bağlı ve kendi
denetimleri altında olmalıdır. Ancak çoğu insan bu
inisiyatif ve denetimi tek başına kullanmak zorunda
değildir; KÜÇÜK bir grubun üyesi olmak yeterlidir.
Yani, yarım düzine insan, kendi aralarında bir amaç
belirleyip o amaca ulaşmak için başarılı bir çaba
gösterirlerse, bu onların güç sürecine olan ihtiyaçlarını
doyuracaktır. Ancak, eğer insanlar, bağımsız inisiyatif
ve kararlarına hiç yer bırakılmayan katı emirlerin
yukarından dayatıldığı bir durumda çalışırlarsa, güç
sürecine olan ihtiyaçları doyurulmayacaktır. Aynı şey,
kolektif kararlar alan bir grubun, gruptaki, bireylerin
kararları etkilemeyeceği kadar kalabalık olması
durumunda da geçerlidir.(5)

43. Bazı bireylerin bağımsızlığa pek az ihtiyaç
duyuyormuş gibi gözüktüğü doğrudur. Ya güç
dürtüleri zayıftır ya da o dürtüyü kendilerinin ait
oldukları güçlü bir örgütle özdeşleştirerek tatmin
ederler. Bir de tümüyle fiziksel bir güç anlayışıyla
tatmin olmuş gözüken, düşünmeyen hayvan tipi
insanlar vardır. (Astlarına körü körüne itaat ederek,
kullanmaktan oldukça mutlu olduğu dövüş hünerlerini
geliştirerek güç duygusu kazanan iyi, savaşçı asker.)

44. Çoğu insan için, kendine değer verme, özgüven ve
güç duygusunu kazanma, güç süreci –bir amaca sahip
olma, BAĞIMSIZ bir çaba gösterme ve amaca
ulaşma- yoluyla olur. Bir kişinin güç sürecinden
geçmek için yeterli fırsatı olmazsa, bunun sonuçları
(bireye ve güç sürecinin nasıl bozulduğuna bağlı
olarak) sıkıntı, ahlaki çöküntü, kendine az değer
verme, aşağılık duygusu, yenilmişlik, depresyon,
endişe, suçluluk, hüsran, düşmanlık eşe ya da çocuğa
yönelik taciz, doymak bilmeyen bir düşkünlük,
anormal cinsel davranışlar, uyuma bozuklukları, yeme
bozuklukları vs.dir.

Toplumsal Sorunların Kaynağı

45. Yukarıda anlatılan belirtilerin herhangi biri
herhangi bir toplumda ortaya çıkabilir, ancak, çağdaş
endüstriyel toplumda bunlar büyük oranda
bulunmaktadır. Bugün dünyanın deliriyor gibi
göründüğünü ilk söyleyen biz değiliz. Böyle bir şey,
insan toplulukları için normal değil. İlkel insanın daha
az stres ve hayal kırıklığı çektiği ve çağdaş insana
oranla yaşam tarzından daha memnun olduğuna
inanmak için pek çok sebep var. İlkel toplumlarda
yaşamın toz pembe olduğu doğru değil tabi.
Avustralya yerlileri arasında kadınların taciz edilmesi
oldukça yaygındı, Amerikan Kızılderili kabilelerinin
bazılarında da transseksüellik oldukça yaygındı.
Ancak, GENEL OLARAK KONUŞURSAK, önceki
paragrafta bahsettiğimiz sorunlar, ilkel halklar
arasında, çağdaş toplumlarda olduğundan çok daha az
yaygındı.

46. Biz, çağdaş toplumun sosyal ve psikolojik
sorunlarını şu gerçeğe bağlıyoruz: Toplum insanların,
insan soyunun evrimleştiği koşullardan tamamıyla
farklı koşullarda yaşamasını ve daha önceki koşullarda
geliştirdikleriyle çatışan davranış kalıplarına göre
davranmasını gerektiriyor. Şimdiye kadar
yazdıklarımızdan anlaşılıyor ki, modern toplumun
insanları maruz bıraktığı en önemli anormal koşul,
bizim güç sürecini doğru dürüst yaşama şansımızın
olmamasıdır. Ancak bu tek anormal durum değildir.
Ama toplumsal sorunların kaynağı olarak, güç
sürecinin bozulmasına değinmeden önce başka bazı
kaynakları anlatacağız.

47. Çağdaş endüstriyel toplumda varolan anormal
koşullar arasında şunlar var: Aşırı nüfus yoğunluğu;
insanın doğadan soyutlanması; toplumsal değişimin
aşırı hızı ve aile gibi, kabile gibi doğal, küçük-ölçekli
toplulukların yıkılması.

48. Kalabalığın stres ve saldırganlığı arttırdığı çok iyi
bilinir. Bugün varolan kalabalıklaşma derecesi ve
insanın doğadan soyutlanması, teknolojik ilerlemenin
sonuçlarıdır. Endüstri öncesi tüm toplumlar ağırlıklı
olarak tarımsal toplumlardı. Endüstri toplumu şehirleri
ve şehirlerde yaşayan nüfus oranını büyük oranda
arttırdı; modern tarımsal teknoloji de, dünyanın daha
önce besleyemediği yoğunlukta bir nüfusun
beslenmesini olanaklı kıldı. (Bir de, teknoloji
kalabalıklaşmanın etkilerini kötüleştiriyor; çünkü,
insanların ellerine gittikçe artan bölücü bir güç
vermekte. Örneğin, çeşitli gürültü yapıcı araçlar:
Elektrikli çim biçicileri, radyolar, motosikletler vb.
Eğer bu araçların kullanımı sınırlanmazsa, huzur ve
sessizlik isteyen insanlar, gürültü yüzünden hayal
kırıklığına uğrarlar. Eğer bunların kullanımı
sınırlanırsa da, onları kullanan insanlar,
düzenlemelerden dolayı hayal kırıklığına uğrarlar.
Ama eğer bu makineler hiç icat edilmemiş olsaydı,
hiçbir çatışma ve hiçbir hayal kırıklığı olmayacaktı.)

49. İlkel toplumlarda, (genellikle yavaş değişen) doğal
dünya, istikrarlı bir çerçeve ve bu nedenle de, bir
güvenlik duygusu sağlıyordu. Modern dünyada ise,
tam tersine, insan toplumu doğaya egemendir ve
çağdaş toplum da, teknolojik değişim sayesinde büyük
bir hızla değişiyor. Yani, istikrarlı bir çerçeve yok.

50. Muhafazakarlar aptaldır: Bir yandan geleneksel
değerlerin yıkılmasından dolayı sızlanırken, diğer
yandan da teknolojik ilerleme ve ekonomik gelişmeyi
içtenlikle desteklerler. Görünen o ki, bir toplumun tüm
diğer yapıları değişmediği sürece, o toplumun
ekonomi ve teknolojisinin değişmeyeceğini ve böyle
hızlı değişikliklerin de geleneksel değerleri kaçınılmaz
olarak yıkacağını anlamıyorlar.

51. Geleneksel değerlerin çöküşü, bir dereceye kadar
küçük çaplı sosyal grupları bir arada tutan bağların da
yıkılışını gösteriyor. Küçük çaplı sosyal grupların
dağılışı, aynı zamanda, çağdaş koşulların bireyi yeni
yerlere taşınıp, topluluğundan ayrılmaya itmesi
gerçeğiyle de körüklenmektedir. Bunun da ötesinde,
teknolojik bir toplum, eğer etki bir biçimde
işleyecekse, aile bağlarını ve yerel toplulukları
zayıflatmak zorundadır. Çağdaş toplumda, bireyin
bağlılığı önce sisteme ancak ondan sonra küçük
ölçekli topluluğa olabilir. Çünkü eğer küçük ölçekli
topluluğun içindeki bağlar, sisteme bağlılıktan daha
güçlü olsaydı, bu tip topluluklar, sistem pahasına,
kendi çıkarlarını savunurlardı.

52. Bir iş için, işe en uygun kişi yerine, kuzeni,
arkadaşı veya dindaşını atayan bir kamu görevlisi veya
şirket yetkilisini düşünün. Bu kişi, kişisel bağlılığının,
sisteme olan bağlılığının önüne geçmesine izin
vermiştir, ve bu, “akraba kayırma” veya
“ayrımcılık”tır ki bunların ikisi de çağdaş toplumda
korkunç günahlardır. Kişisel ve yerel bağlılıkları,
sisteme olan bağlılığa göre ikincil hale getirmeyi
başaramamış müstakbel endüstriyel toplumlar bu
konuda son derece etkisizdirler. (Latin Amerika’ya
bakınız). Yani, ilerlemiş bir endüstriyel toplum, ancak,
güçten düşürülmüş, ehlileştirilmiş ve sistemin maşası
haline getirilmiş küçük ölçekli topluluklara tahammül
edebilir.

53. Kalabalıklaşma, hızlı değişim ve toplulukların
yıkımı, büyük oranda toplumsal sorunların kaynağı
olarak görülmüştür. Ancak, biz, bunların bugün
görülen sorunların tümü için sebep oluşturacağına
inanmıyoruz.

54. Endüstri-öncesi birkaç şehir de çok büyük ve
kalabalıktı; ancak oralarda yaşayanların, günümüz
insanı kadar psikolojik sorunları varmış gibi
görünüyor. Bugün Amerika’da, kalabalık olmayan
kırsal alanlar da vardır. Ancak görüyoruz ki, orada da
şehirdekilerle benzer sorunlar var; ancak kırsal
kesimde sorunlar daha az katı. Yani, kalabalıklaşma
belirleyici bir etkene benzemiyor.

55. 19. yy.da, Amerika’nın genişleyen sınır uçlarında
nüfusun hareketliliği, büyük aileleri ve küçük çaplı
grupları en az bugünkü kadar yıkmıştır. Aslında bir
çok çekirdek aile, böyle bir izolasyon içinde, birkaç
mil boyunca hiçbir komşusu olmadan ve hiçbir
topluluğa ait olmadan yaşamayı seçmişti ancak
göründüğü kadarıyla, bunun doğurduğu sorunlar
yoktu.

56. Dahası, Amerikan sınır boyu toplumunda
değişiklikler çok hızlı ve derindi. Bir insan,
kütüklerden oluşmuş bir kulübede doğabilir, kanun ve
düzenden uzak yaşayıp daha çok çiğ etle
beslenebilirdi; ancak, aynı insan yaşlandığında düzenli
bir işte çalışıp, etkin kanuni uygulamaların bulunduğu
düzenli bir toplumda yaşıyor olabilirdi. Bu, çağdaş
bireyin yaşamındaki tipik değişmelerden daha derin
bir değişiklikse de, psikolojik sorunlara yol açmış gibi
görünmüyor. Aslında, 19.yy. Amerikan toplumunun,
bugünkü toplumdan farklı olarak, iyimse ve kendinden
emin bir havası vardı.(8)

57. Bize göre, aradaki fark şudur: Çağdaş insan, (haklı
olarak) değişikliğin ona DAYATILDIĞINI
hissederken, 19. yy. sınır öncüsü ise (yine haklı
olarak) değişikliği kendi seçimiyle kendinsin
yarattığını hissetmiştir. Yani bir öncü, kendi seçtiği
toprağa yerleşti ve kendi çabalarıyla bu toprağı çiftlik
haline getirdi. O günlerde vilayetler, çağdaş
vilayetlerden çok daha bağımsız ve izole edilmişlerdi;
tüm bir vilayetin içinde yalnızca birkaç yüz kişi
yaşıyor olabilirdi. Yani, bir çiftçi yeni ve düzenli bir
toplumun oluşmasında göreceli olarak küçük bir
grubun üyesi olarak yer alıyordu. Bu toplumun
oluşumunun bir gelişim olup olmadığı tartışmaya
açıksa da, bu oluşum şu ya da bu şekilde çiftçinin güç
sürecine olan ihtiyacını tatmin ediyordu.

58. Bugünün endüstri toplumlarında görülen kitlesel
davranış sapkınlıkları olmadan hızlı değişime uğramış
ve/veya yakın ilişkilerin olmadığı toplumlardan başka
örnekler de vermek mümkün. Biz, çağdaş toplumdaki
sosyal ve psikolojik problemlerin en önemli
deneninin, insanların, güç sürecinden normal bir
şekilde geçmek için yeterli olanaklarının olmaması
olduğunu iddia ediyoruz. Çağdaş toplumun, güç
sürecinin bozulduğu tek toplum olduğunu söylemek
istemiyoruz. Büyük olasılıkla, uygar toplumların hepsi
değilse de çoğu güç sürecine az yada çok müdahale
etmiştir. Ancak çağdaş endüstriyel toplumda bu sorun
özellikle ciddi bir hala almıştır. Solculuk, en azından
onun son zamanlardaki (20. yy.ın ortasından sonuna
dek) hali, biraz da, güç süreciyle ilintili olarak
mahrumiyetin belirtisidir.

Çağdaş Toplumda Güç Sürecinin Bozulması

59. İnsan dürtülerini üç gruba ayırıyoruz: 1) Minimal
düzeyde çabayla tatmin edilenler, 2) Ancak ciddi bir
çabayla tatmin edilebilen dürtüler, 3) Kişi ne kadar
çaba gösterirse göstersin yeterince tatmin
edilemeyenler. Güç süreci, 2. gruptaki dürtüleri tatmin
etme sürecidir. 3. gruptaki dürtüler ne kadar çok
olursa, o kadar çok hayal kırıklığı, kızgınlık ve
sonuçta da yenilmişlik, depresyon vb. olur.

60. Çağdaş endüstriyel toplumda, insan doğal olarak
daha çok 1. ve 3. gruplara girmeye meyillidir, 2. grup
ise gittikçe daha çok yapay olarak yaratılmış
dürtülerden oluşmaya meyillidir.

61. İlkel toplumlarda, fiziksel gereklilikler genelde 2.
gruba girer: Elde edilebilirler, ama ancak ciddi bir
çaba pahasına. Ancak, çağdaş toplum, herkese fiziksel
ihtiyaçlarını yalnızca minimal bir çaba(9) karşılığında
garantilendiğinden, fiziksel ihtiyaçlar grup 1’e
sokulmuştur. (Bir iş sahibi olmak için gereken çabanın
“minimal” olduğu konusunda karşı çıkışlar olabilir,
ancak, genelde alt ile orta düzeydeki işlerde gereken
tüm çaba yalnızca İTAATTİR. Size oturmanız ya da
ayakta durmanı söylenen yerde oturur veya ayakta
durursunuz ve size söylenenleri, size söylenen şekilde
yaparsınız. Çok seyrek olarak ciddi bir biçimde çaba
göstermek zorunda kalırsınız, ve her şekilde, işinizde
çok az bağımsızlığa sahipsinizdir, böylece güç
sürecine olan ihtiyaca yeterince hizmet edilmez.)

62. Çağdaş toplumda cinsellik, aşk ve statü gibi sosyal
ihtiyaçlar, bireyin konumuna bağlı olarak, genelde 2.
gruptadırlar(10). Ancak, statü için oldukça güçlü bir
dürtüye sahip kişiler hariç, sosyal dürtüleri gidermek,
güç sürecine olan ihtiyacı yeterince tatmin etmek için
yetersizdir.

63. Böylece, 2. gruba giren bazı yapay ihtiyaçlar
yaratıldı ve bu ihtiyaçlar şimdi de güç sürecine olan
ihtiyaca hizmet ediyor. Birçok insana, büyükanne ve
büyükbabalarının asla istemedikleri hatta hayal bile
etmedikleri şeylere ihtiyaç duyduğunu düşündürmek
için reklam ve pazarlama teknikleri geliştirildi. Bu
yapay ihtiyaçları tatmin etmek ciddi bir çaba
gerektirdiğinden, bunlar 2. gruba giriyorlar. (Ancak
80-82. paragraflara bakınız.) Çağdaş insan, güç
sürecine olan ihtiyacını büyük oranda reklamcılık ve
pazarlama endüstrisi tarafından(11) yaratılan yapay
gereksinimlerin peşinden koşmakla ve yapay
etkinlikler yoluyla tatmin etmek zorunda kalıyor.

64. Öyle görünüyor ki, güç sürecinin yapay şekilleri
bir çok insan için, belki de çoğunluk için yeterli değil.
20. yy.ın ikinci yarsının sosyal eleştirmenlerin
yazılarında tekrar tekrar görünen bir konu da, çağdaş
toplumda, bir çok insana acı veren bir amaçsızlık
duygusudur. (bu amaçsızlık “anomic” veya “orta sınıf
boşluğu” gibi başka adlarla da anılır.) bizce, “kişilik
bunalımı” aslında bir amaç duygusu arayışıdır,
çoğunlukla da uygun bir yapay etkinliğe bağlanma
arayışıdır. Varoluşçuluk da, büyük oranda, çağdaş
toplumun amaçsızlığına bir tepkidir.(12) Çağdaş
toplumda, “tatmin” arayışı çok yaygındır. Ancak,
bizce, insanların çoğunluğu için, temel amacı tatmin
olan bir etkinlik (yani, yapay bir etkinlik) bütünüyle
tatmin getirmez. Yani, güç sürecine olan ihtiyacı
bütünüyle tatmin etmez. (bkz. 41. paragraf) Bu
ihtiyaç, yalnızca fiziksel ihtiyaçlar; cinsellik, aşk,
statü, intikam vb. gibi dış amaçlara yönelik
etkinliklerle tatmin edilir.

65. Üstelik, amaçlara para kazanmak, statü
merdiveninde tırmanmak veya başka bir biçimde
sistemin bir parçası olarak görev yapmak yoluyla
ulaşılmaya çalışıldığında, çoğu insan amacına
BAĞIMSIZ bir biçimde ulaşmaya çalışacak bir
konumda olmuyor. Çoğu işçi bir başkasının emrinde
çalışır ve 61. paragrafta belirttiğimiz gibi, günlerini,
kendilerine söylenen şekilde yaparak harcamak
zorundadırlar. Kendi işinde çalışan insanlar bile çok
az bağımsızdırlar. Küçük iş sahibi kişilerin ve
girişimcilerin kronik bir kifayeti de, gereğinden fazla
yasal düzenlemenin ellerini kollarını bağladığıdır. Bu
düzenlemelerden bazıları kuşkusuz gereksiz, ancak
genelde bu düzenlemeler gerekli ve aşırı karmaşık
toplumumuzun kaçınılmaz birer parçasıdır. Bugün,
küçük çaplı işletmelerin çoğu özel pazarlama
sistemiyle çalışıyor. Birkaç yıl önce, Wall Street
Journal’da, bu yöntemle çalışan şirketlerin, özel
pazarlamacılık için başvuran kilerden, yaratıcılık ve
girişkenlik sahibi olanları ELEMEK üzere
düzenlenmiş bir kişilik testinden geçmesini istediğini
yazıyordu; bunun nedeni ise, bu tür kişilerin özel
pazarlama sistemin itaatkar bir şekilde boyun eğecek
kadar uysal olmamalarıydı. Bu da, küçük çaplı
işlerden, bağımsızlığa en çok ihtiyacı olan kişilerin
çoğunu dışlıyor.

66. Bugün, insanlar kendileri için yaptıklarına göre
değil, sistemin ONLAR İÇİN veya ONLARA
yaptıklarına göre yaşıyorlar. Ve kendileri için
yaptıklarını da, her geçen gün daha çok sistemin
ortaya koyduğu kanallar aracılığıyla yapıyorlar. Eğer
bir başarı şansı olacaksa, fırsatlar sistemin sağladıkları
olmalı, bunlardan kurallar ve düzenlemelere(13) uygun
olarak yararlanılmalı ve uzmanları öğütlediği
tekniklere uyulmalıdır.

67. Böylece, toplumumuzda, gerçek amaçların ve bu
amaçlara ulaşmaya çalışırken olması gereken
bağımsızlığın eksikliği nedeniyle güç süreci
bozulmaktadır. Bu süreç bir de 3. gruba giren insan
dürtüleri yüzünden bozulmaktadır: Kişi ne kadar çaba
gösterirse göstersin yeterince tatmin edilemeyen
dürtüler. Bu dürtülerden biri de güvenlik ihtiyacıdır.
Yaşamlarımız başka insanların verdiği kararlara bağlı;
bu kararlar üzerinde hiçbir kontrolümüz olmadığı gibi
genelde kararları veren kişileri bile tanımıyoruz.
(“Göreceli olarak az sayıda kişinin –belki 50 ya da
100- önemli kararları verdiği bir dünyada yaşıyoruz” –
Philip B. Heymann, Harward Hukuk Fakültesi, alıntı
yapan Anthony Lewis, New York Times, 21 Nisan).
Yaşamlarımız, bir nükleer santraldeki güvenlik
önlemlerinin doğru bir biçimde düzenlenip
düzenlenmediğine, yiyeceğimize ne kadar kimyasal
madde veya havamıza ne kadar kirlilik
karıştırılmasına izin verildiğine, doktorumuzun ne
kadar becerikli (veya beceriksiz) olduğuna bağlı;
işimizi kaybedip kaybetmememiz devlet
ekonomistlerinin veya şirket yöneticilerinin verdiği
kararlara bağlı vb. Bireylerin çoğu, kendisini bu
tehditlere karşı, çok sınırlı bir düzeyin üstünde
savunabilecek konumda değil. Bu yüzden, bireyin
güvenlik arayışı hayal kırıklığıyla sonuçlanır, bu da
bir güçsüzlük duygusuna yol açar.

68. İlkel insanın, fiziksel açıdan çağdaş insana oranla
daha az güvenlikte olduğu, bunun ömrünün daha kısa
olmasından da belli olduğu, yani çağdaş insanın,
insanlar için normal olandan daha fazla değil, daha az
güvenliksizlik duygusundan muzdarip olduğu
söylenebilir. Ancak psikolojik güvenlik, fiziksel
güvenlikle bütünüyle örtüşmez. Bizi güvenlikte
HİSSETTİREN şey, kendimize bakma yetimize olan
güvenimiz kadar nesnel bir güvenlik değildir. Vahşi
bir hayvan ya da açlık tarafından tehdit edilen ilkel
insan, kendini korumak için dövüşebilir veya yiyecek
aramak için yola düşebilir. Bu çabaları gösterirken
başarılı olacağından emin değildir. Çağdaş insan ise,
aksine, karşısında savunmasız olduğu birçok şey
tarafından tehdit edilmektedir: Nükleer kazalar,
yiyeceklerdeki kanserojen maddeler, çevre kirliliği,
savaş, artan vergiler, özel yaşamın büyük kuruluşlar
tarafından istila edilmesi, yaşam şeklini bozabilecek
ülke çapındaki toplumsal veya ekonomik olgular.

69. İlkel insanın kendisini tehdit eden bazı şeylere
karşı güçsüz olduğu doğrudur; örneğin, hastalık.
Ancak, o, hastalık riskini metince kabul edebilir. Bu,
eşyanın doğasının bir parçasıdır, hayali, gerçek dışı bir
iblisin suçu olmadığı sürece kimsenin suçu değildir.
Ancak çağdaş insana yönelen tehditler genelde
İNSAN YAPIMIDIR. Bunlar, talihin birer sonucu
değildir ancak insana, bir birey olarak kararlarını
etkilemeyeceği kişiler tarafından DAYATILIR. Sonuç
olarak, bu kişi de kendini hayal kırıklığına uğramış,
aşağılanmış ve kızgın hisseder.

70. Yani, ilkel insanın güvenliği büyük oranda kendi
elerindeyken (ya birey olarak ya da KÜÇÜK bir
grubun bir üyesi olarak) çağdaş insanın güvenliği,
kişisel olarak etkileyemeyeceği kadar uzak ya da
büyük kişilerin veya kuruluşların elerindedir. Böylece,
çağdaş insanın güvenlik dürtüsü 1. ve 3. gruplara
giriyor; bazı alanlarda (yiyecek, barınak vb.) güvenliği
yalnızca önemsiz bir çabayla sağlanırken diğer
alanlarda güvenlik SAĞLANAMIYOR. (Yukarıda
anlatılanlar gerçek durumu çok basitleştirse de, çağdaş
insanın koşullarının ilkel insanınkilerden nasıl
ayrıldığını kabaca, genel olarak gösteriyor.)

71. İnsanların, çağdaş yaşamda karşılanamayan, bu
nedenle de 3. gruba giren bir çok geçici dürtü veya
güdüleri vardır. İnsan kızabilir ancak çağdaş toplum
dövüşmeye izin veremez. Çoğu durumda sözlü
saldırıya bile izin vermez. Bir yere giderken kişinin
acelesi olabilir ya da canı yavaş gitmek isteyebilir
ancak trafik akışına uygun olarak gitmekten ve trafik
işaretlerine uymaktan başka seçeneği genelde yoktur.
Bir kişi, işini farklı bir biçimde yapmak isteyebilir
ama çoğunlukla yalnızca patronunun koyduğu
kurallara göre çalışabilir. Başka bir çok şekilde de,
çağdaş insanın eli kolu, dürtülerinin çoğunu
engelleyen, böylece de güç sürecine müdahale eden
bir kurallar ve düzenlemeler ağıyla (açıkça ya da
gizlice) bağlanmıştır. Bu düzenlemelerin çoğundan
vazgeçilemez çünkü bunlar, endüstriyel toplumun
işlemesi için gereklidir.

72. Çağdaş toplum bazı açılardan çok serbesttir.
Sistemin işleyişiyle ilgisi olmayan konularda genelde
istediğimizi yapabiliriz. İstediğimiz dine inanabiliriz
(bu din sistem tehdit edecek davranışları
cesaretlendirmediği sürece). İstediğimiz kişiyle
yatabiliriz (“güvenli seks” yaptığımız sürece
ÖNEMSİZ olduğu sürece istediğimiz her şeyi
yapabiliriz. Ama tüm ÖNEMLİ konularda sistem
davranışlarımızı düzenlemeye gittikçe daha fazla
dikkat ediyor.

73. Davranışlar yalnızca açık kurallarla ve devlet
tarafından düzenlenmez. Kontrol sık sık dolaylı baskı
veya psikolojik baskı veya manipülasyon yoluyla ve
devletin dışındaki kuruluşlar tarafından veya bütün
olarak sistem tarafından uygulanır. Büyük kuruluşların
çoğu toplumsal tavır veya davranışları maniple etmek
için bir çeşit propaganda(14) kullanırlar. Propaganda
yalnızca reklamlarla sınırlı değildir; bazen de onu
yapan insanlar tarafından bile bilinçli olarak yapılmaz.
Örneğin, bir eğlence programının içeriği, güçlü bir
propaganda biçimidir. Dolaylı baskıya bir örnek: Bize
her gün işe gitmek ve patronumuzun emirlerine uymak
zorunda olduğumuzu söyleyen bir yasa yoktur. Yasal
olarak, ilkel insanlar gibi gidip ormanda yaşamamızı
veya kendi işimizi kurmamızı engelleyen hiçbir şey
yoktur. Ama pratikte, çok az vahşi orman kaldı ve
ekonomide de küçük çaplı işlere çok sınırlı bir yer var.
Bundan dolayı, çoğumuz ancak başka birinin yanında
çalışarak yaşayabiliriz.

74. Bizce, çağdaş insanın uzun ömürlülük ve ileri
yaşlara dek fiziki dinçliği ve cinsel çekiciliği koruma
takıntıları, güç süreciyle ilintili olarak bir
mahrumiyetten kaynaklanan bir tatminsizlik
belirtisidir. “Orta yaş krizi” de böyle bir belirtidir.
Aynı şekilde, çağdaş toplumda oldukça yaygın olan
ancak ilkel toplumlarda hiç duyulmamış olan çocuk
sahibi olmaya karşı ilgisizlik de.

75. İlkel toplumlarda yaşam bir evreler zinciridir. Bir
evrenin ihtiyaçları ve amaçları tamamlandığında, diğer
evreye geçmek için bir isteksizlik görülmez. Genç bir
erkek, güç sürecinden bir avcı olarak geçer, spor olsun
veya uğraş olsun diye değil; yemek için gerekli olan
eti elde etmek için avlanır. (Genç kadınlarda bu süreç
daha karmaşıktır, toplumsal güce daha büyük önem
verilir, bunu burada tartışmayacağız). Bu evre
başarıyla tamamlandığında, genç adam bir aile
kurmanın sorumluluklarına geçmek için isteksizlik
göstermez. (Çağdaş insanların bazıları ise, tam tersine,
bir tür tatmin aradıklarından çocuk sahibi olmayı
açıkça ertelerler. Bizce, onların ihtiyacı olan tatmin
güç süreciyle ilgili yeterince deneyim – yapay
etkinliklerin yapay amaçları yerine gerçek amaçları
olan bir deneyim). Yine, çocuklarını başarıyla
yetiştirip, onların fiziksel gereksinimlerini gidererek
güç sürecinden geçen ilkel insan, görevini yerine
getirdiğini hisseder ve yaşlılığı (eğer o kadar yaşarsa)
ve ölümü karşılamaya hazırlanır. Çağdaş insanların bir
çoğu ise, fiziksel kondisyonlarını, görünümlerini ve
sağlıklarını korumak için harcadıkları çabadan da belli
olduğu üzere, fiziksel bozulma ve ölüm olasılığından
rahatsız oluyorlar. Biz, bunun, bu insanların fiziksel
güçlerini hiçbir zaman pratik olarak kullanmadıkları
ve güç sürecinden vücutlarını ciddi bir şekilde
kullanarak geçmedikleri gerçeğinden kaynaklanan
tatminsizliğe bağlı olduğunu iddia ediyoruz. Yaşın
getirdiği bozulmadan korkan, vücudunu günlük, pratik
amaçlar için kullanan ilkel insan değil, arabasından
evine yürümenin ötesinde pratikte hiç kullanmayan
çağdaş insandır. Yaşamı boyunca güç sürecine olan
gereksinimi tatmin edilen kişi, o yaşamın sonunu
kabullenmeye en iyi hazırlanmış kişidir.

76. Bu bölümdeki tartışmaya cevap olarak birisi
“toplum, insanlara, güç sürecinden geçmeleri için
fırsat vermenin bir yolunu bulmalıdır” diyecektir.
Oysa insanlar için fırsatın değeri, bu fırsatı toplumun
onlara verdiği gerçeğiyle zaten biter. Onların ihtiyacı
olan, kendi fırsatlarını yaratmaktır. Sistem onlara
fırsatlarını VERDİĞİ sürece, onları tasmayla bağlı
tutar. Bağımsızlıklarını elde etmek için bu tasmadan
kurtulmalıdırlar.

Bazı İnsanlar Nasıl Uyum Sağlar

77. Endüstriyel-teknolojik toplumdaki herkes
psikolojik problemlerden muzdarip değildir. Hatta
bazı insanlar, toplumun mevcut yapısından gayet
memnun olduklarını iddia ederler. Şimdi de,
insanların, çağdaş topluma olan tepkileri konusunda
neden bu derece farklı olduğunu tartışacağız.

78. öncelikle, güç dürtüsünün oranında tartışmasız
farklılıklar var. Zayıf bir güç dürtüsü olan bireyler,
güç sürecinden geçmeye veya güç sürecindeki
bağımsızlığa görece daha az ihtiyaç duyabilirler.
Bunlar, eski Güney’de, plantasyon zencileri olmaktan
mutluluk duyabilecek uysal tiplerdir. (Eski Güney’in
“plantasyon zencileri”ni küçümsemiyoruz. Kölelerin
çoğu, kölelikten memnun DEĞİLDİ. Köleliklerinden
memnun OLANLARI ise gerçekten küçümsüyoruz.)

79. Bazı insanların bazı istisnai dürtüleri olabilir ve
bunları doyurmaya çalışarak güç sürecine olan
gereksinimlerini tatmin edebilirler. Örneğin, sosyal
statü için olağandışı güçlü bir dürtüsü olanlar, hiç
sıkılmadan, tüm yaşamlarını statü merdivenini
tırmanarak geçirebilirler.

80. İnsanlar, reklam ve pazarlama tekniklerine karşı
değişik hassasiyetlere sahiptirler. Bazıları öyle
hassastır ki, çok fazla para kazansalar bile pazarlama
endüstrisinin onların gözünün önünde salladığı parlak,
yeni oyuncaklara duydukları şiddetli arzularını
doyuramazlar. Bu yüzden, gelirleri büyük olsa da
kendilerini para açısından hep darda ve arzuları
engellenmiş hissederler.

81. Bazı insanlar reklam ve pazarlama tekniklerine
karşı çok az hassastırlar. Bunlar parayla ilgilenmeyen
insanlardır. Maddi kazanımlar onların güç sürecine
olan ihtiyaçlarına hizmet etmez.

82. Reklam ve pazarlama tekniklerine karşı ortalama
hassasiyeti olanlar mal ve hizmetlere olan arzularını
doyurabilecek yeterince para kazanabilirler ama ancak
ciddi bir çaba pahasına (fazla mesai yaparak, ikinci bir
işte çalışarak, terfi ederek vb.). böylece maddi
kazanımlar, onların güç sürecine olan ihtiyaçlarına
hizmet eder. Ancak bu, ihtiyaçları bütünüyle
doyuruluyor anlamına gelmez. Güç süreci boyunca
pek az bir bağımsızlıkları olabilir (işleri emirlere
uymaktan oluşabilir) ve bazı dürtüleri engellenebilir.
(Örneğin; güvenlik, saldırganlık) (80-82. paragraflarda
aşırı basitleştirmekten dolayı hatalıyız, çünkü maddi
kazanım isteğinin yalnızca reklamcılık ve pazarlama
endüstrisin bir yaratısı olduğunu var saydık. Tabii ki
bu kadar basit değil.(11)

83. Bazı kişiler, güç ihtiyaçlarını kısmen, kendilerini
güçlü bir örgütlenmeyle veya kitle hareketleriyle
özdeşleştirerek tatmin ederler. Amaç ve güç yoksunu
bir birey, bir harekete veya organizasyona katılır, onun
amaçlarını kendi amaçları olarak benimser ve bu
amaçlar uğruna çalışır. Bu amaçların bazılarına
ulaşıldığında, kendi kişisel çabaları bu amaçlara
ulaşılmasında önemsiz bir rol oynasa da, güç
sürecinden geçmiş gibi hisseder (hareket veya
organizasyonla olan özdeşleşmesi sayesinde). Bu olgu
faşistler, Naziler ve komünistler tarafından
sömürülmüştür. Bizim toplumumuz da, daha kabaca
olmakla birlikte, bunu kullanır. Örnek: Manuel
Noriega ABD’yi tahrik ediyordu. (Amaç: Noriega’yı
cezalandırmak). ABD Panama’yı işgal etti (Çaba) ve
Noriega’yı cezalandırdı (Amaca ulaşma). Böylece
ABD güç sürecinden geçti; böylece bir çok Amerikalı
da, ABD’yle olan özdeşleşmelerinden ötürü vekaleten
bu süreçten geçmiş oldu. İşte Panama işgalinin toplum
tarafından gördüğü onay; insanlara bir güç duygusu
verdi.(15) Aynı olguyu ordularda, şirketlerde, politik
partilerde, insancıl kuruluşlarda, dini veya ideolojik
hareketlerde de görüyoruz. Özellikle, solcu hareketler,
güç ihtiyaçlarını tatmin etme yolu arayan kişileri
çekmeye çalışırlar. Ancak çoğu kişi için büyük bit
örgütlenme veya kitle hareketiyle özdeşleşme güç
ihtiyacını tümüyle tatmin etmez.

84. İnsanların güç sürecine olan ihtiyaçlarını tatmin
ettikleri bir diğer yol da yapay etkinliklerdir. 38.-40.
paragraflarda da anlattığımız gibi, yapay etkinlik,
bireyin amaca ulaşma ihtiyacından değil de, amaca
ulaşmaya çalışırken edindiği tatmin için çaba sarf
ettiği şeydir. Örneğin, devasa kaslar geliştirmenin,
küçük bir topu bir deliğe sokmanın ya da bir sürü seri
pul edinmenin hiçbir pratik motifi yoktur. Yine de
toplumumuzdaki pek çok insan kendilerini tutkuyla
vücut geliştirmeye, golf veya pul koleksiyonculuğuna
adar. Bazı insanlar diğerinden daha dışa dönüktür, bu
yüzden de yapay bir etkinliğe, çevresindeki insanlar
önem verdiği için ya da toplum onlara önemli
olduğunu söylediği için hemen önem atfederler. Bu
yüzden, bazı insanlar spor, briç veya satranç, garip
bilimsel işler gibi önemsiz etkinlikler konusunda çok
ciddiyken, daha iyi görebilen diğerleriyse bunları,
gerçekten oldukları gibi yapay birer etkinlik olarak
görür ve güç sürecine olan ihtiyaçlarını bu şekilde
tatmin etmek için bunlara önem vermezler. Geriye bir
tek, pek çok koşulda, insanın yaşamak için para
kazanmasının da bir yapay etkinlik olduğunu
söylemek kalıyor. BÜTÜNÜYLE bir yapay etkinlik
değil, çünkü bu eylemin bir bölümü fiziksel
gereksinimleri karşılamak ve (bazıları için) sosyal
statü kazanmak ve reklamların onlara istettiği lüks
şeyleri elde etmek amacıyla yapılır. Ancak bir çok
insan, ihtiyaç duydukları para ve statü için gerekenden
daha fazla çaba harcar ve bu fazladan çaba da bir
yapay etkinliği oluşturur. Bu fazladan çaba, kendisine
eşlik eden duygusal ilgiyle birlikte sistemin sürekli
gelişimi ve mükemmelleşmesine hizmet eden
potansiyel güçlerden biridir ve bireysel özgürlük
açısından olumsuz sonuçları vardır (bkz. 131.
paragraf). Özellikle, yaratıcı bilim adamların ve
mühendislerin çoğu için, iş, büyük oranda bir yapay
etkinlik gibidir. Bu konu öyle önemli ki, biraz yer
ayıracağımız ayrı bir tartışmayı hak ediyor (bkz. 87-
92. paragraflar)

85. Bu bölümde, çağdaş toplumda ne kadar insanın
güç sürecine olan ihtiyaçlarını az ya da çok tatmin
ettiklerini anlattık. Ancak, biz, insanların çoğu için
güç sürecine olan ihtiyacın bütünüyle tatmin
edilmediği düşünüyoruz. Öncelikle, statü için doymak
bilmeyen bir dürtüsü olanlar veya yapay bir etkinliğe
sımsıkı “müptela” olanlar ya da güç ihtiyaçları
açısından kendilerini bir hareket veya organizasyonla
yeterince özdeşleştirenler birer istisnadırlar. Diğerleri,
yapay etkinliklerle ya da bir organizasyonla
özdeşleşmekle bütünüyle tatmin olamazlar (bkz. 41-
64. paragraflar). İkinci olarak, sistem tarafından, açık
kurallar ya da toplumsallaşma yoluyla çok fazla
kontrol uygulanıyor; bu da bazı amaçlara
ulaşamamaya ve çok fazla güdüyü engelleme
gerekliliğine bağlı olarak bir bağımsızlık eksikliği ve
hayal kırıklığına yol açıyor.

86. Ancak insanların çoğu, endüstriyel-teknolojik
toplumdan çok memnun olsaydı bile, biz (FC), hala bu
tür bir topluma karşı çıkardık, çünkü (diğer nedenlerle
birlikte) böyle bir toplumu, insanların gerçek amaçlar
için uğraşmak yerine, güç süreci ihtiyaçlarını yapay
etkinlikler veya bir organizasyon ile özdeşleşmek
yoluyla tatmin etmek zorunda kaldıkları bir toplum
olarak görüyoruz.

Bilim Adamlarının Motifleri

87. Bilim ve teknoloji, yapay etkinliklerin en önemli
örneklerini oluşturur. Bazı bilim adamları “merak” ya
da “insanlığa faydalı” olma isteğiyle motive
olduklarını iddia ederler. Ancak bunların, bilim
adamlarının çoğu için temel motifler olmadığını
anlamak kolaydır. “Merak”a gelince, bu kavram
açıkça absürddür. Çoğu bilim adamı, herhangi normal
bir meraka konusu olamayacak, son derece uzmanlık
isteyen sorunlar üzerinde çalışır. Örneğin, bir
astronom, bir matematikçi ya da bir böcekbilimci,
İzopropytrimethylmetan’ın kimyasal özelliklerini
merak eder mi? Tabii ki hayır. Böyle bir konuyu
ancak bir kimyager merak eder, onun bunu merak
etmesinin tek nedeniyse kimyanın onun yapay
etkinliği olmasıdır. Kimyager yeni bir böcek türünün
uygun sınıflandırılmasını merak eder mi? Hayır. Bu
sorun yalnızca bir böcekbilimciyi ilgilendirir, o da
bununla yalnızca, böcekbilim kendi yapay etkinliği
olduğundan ilgilenir. Eğer kimyager ve böcekbilimci
fiziksel gereksinimlerini karşılamak için ciddi çabalar
göstermek zorunda kalsalardı ve eğer bu çaba onların
yeteneklerini ilginç ancak bilimsel olmayan bir şekilde
kullanmalarına izin verseydi, o zaman, onlar
İzopropytrimethymetan’ı ve böceklerin
sınıflandırılmasını umursamayacakları. Mezuniyet
sonrası eğitim fonlarının darlığının kimyageri bir
sigorta komisyoncusu olmaya zorladığın varsayalım.
Bu durumda o, sigortayla ilgili konularla çok ilgili
olacak ancak İzopropytrimethymetan’la
ilgilenmeyecekti. Bilim adamlarının işlerine
harcadıkları zaman ve çabaların yalnızca meraka
harcanması hiçbir koşulda normal değil. Bilim
adamlarının motifleri için “merak” açıklaması hiç
tutmuyor.

88. “İnsanlığın yararı” açıklaması da diğerinden daha
iyi değil. Bazı bilimsel çalışmaların, insanlığın iyiliği
ile akla yakın hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin, arkeoloji
ve karşılaştırmalı dilbilimi çalışmalarının çoğu
böyledir. Bilimin diğer bazı alanları ise tehlikeli bazı
olanaklar taşır. Yine de, bu alanlardaki bilim adamları
da, aşıyı bulan veya hava kirliliğini araştıranlar kadar
hırslıdır. Nükleer terminaller yapmaya açıkça
duygusal olarak bağlanan Dr. Edward Teller’ın
durumunu düşünün. Bu bağ, insanlığın yararına
hizmet etme isteğinden mi kaynaklanıyor? Eğer
öyleyse, Dr. Teller neden diğer “insancıl” konularda
da bu kadar duyarlı olmadı? Eğer insancıl biri ise,
neden hidrojen bombasının yapılmasına yardım etti?
Diğer pek çok bilimsel ilerlemeyle birlikte nükleer
santrallerin insanlığın gerçekten yararına olup
olmadığı tartışmaya açıktır. Ucuz elektrik, zararı, kaza
riskini karşılar mı? Dr. Teller, sorunun yalnızca bir
yanını gördü. Onun nükleer güçle olan bağı açıkça
“insanlığa hizmet” isteğinden değil, ancak işinden ve
onu pratik olarak işlerken görmekten edindiği kişisel
tatminden kaynaklanıyordu.

89. Aynı şey, bilim adamlarının geneli için geçerlidir.
Bazı istisnaların mümkün olmasıyla birlikte genel
olarak, motifi ne merak ne de insanlığa hizmet değil,
güç sürecinden geçmeye olan ihtiyaçlarıdır: Amaç
sahibi olma (çözülecek bir bilimsel problem),
çabalamak (araştırma) ve amaca ulaşma a(sorunun
çözülmesi). Bilim, yapay bir etkinliktir, çünkü bilim
adamları temelde çalışmalarından edindikleri tatmin
için çalışırlar.

90. Tabii bu kadar basit değil. Bir çok bilim adamı
için diğer motifler de rol oynuyor. Para ve statü gibi.
Bazı bilim adamları, statülerden doymak bilmeyen
tipte kişiler olabilir (bkz. 79. paragraf( ve bu da,
çalışmaları için motivasyonun önemli bir bölümünü
oluşturur. Hiç kuşkusuz, bilim adamlarının çoğunluğu,
genel toplumun çoğunluğu gibi reklam ve
pazarlamacılık tekniklerine karşı az ya da çok
hassastır ve mal ve hizmetlere olan arzularını giderme
ihtiyacı duyarlar. Yani, bilim BÜTÜNÜYLE bir
yapay etkinlik değildir. Ama büyük oranda yapay bir
etkinliktir.

91. Ayrıca bilim ve teknoloji güçlü bir kitle hareketi
oluşturur ve pek çok bilim adamı, güç ihtiyaçlarını bu
kitle hareketiyle özdeşleşerek giderir (bkz. 83.
paragraf).

92. Böylece bilim, insan soyunun gerçek iyiliğine ya
da diğer tüm standartlara aldırmadan, yalnızca bilim
adamlarının ve araştırma için fonları sağlayan
hükümet görevlilerini ve şirket yetkililerini psikolojik
ihtiyaçlarına hizmet ederek körü körüne ilerliyor.

Özgürlüğün Doğası

93. Endüstriyel-teknolojik toplumun, bireyin özgürlük
alanını sürekli daraltmayacak bir biçimde yeniden
düzenlenemeyeceğini anlatacağız. Ancak, “özgürlük”
pek çok şekilde anlaşılabileceği için, önce ne tür bir
özgürlükten bahsettiğimizi anlatmalıyız.

94. “Özgürlük”ten şunu kastediyoruz: Güç sürecini,
yapay etkinliklerin yapay hedefleriyle değil, gerçek
amaçlarla ve hiç kimsenin, özellikle de hiçbir büyük
kuruluşun müdahalesi, manipülasyon veya
denetlemesi olmadan yaşayabilme fırsatı. Özgürlük,
kişinin (ya bir birey olarak ya da KÜÇÜK bir grubun
üyesi olarak) ölüm kalım meselelerini kontrol
edebilmesidir; yiyecek, giyecek, barınak ve
çevresinden gelebilecek her türlü tehlikeye karşı
savunma. Özgürlük, güç sahibi olmak demektir; diğer
insanları kontrol etmek için değil, ancak kendi
yaşamının koşullarını kontrol etmeye yarayan güç.
Biri (özellikle de büyük bir kuruluş) kişinin üzerinde
bir güce sahipse, bu güç ne kadar iyi niyetli, hoşgörülü
ve müsaadeci olursa olsun kişi özgür değildir.
Özgürlüğü, tam bir kabullenişle karıştırmamak
önemlidir. (bkz. 72. paragraf)

95. Anayasa tarafından garanti altına alınan bazı
haklarımız olduğu için özgür bir toplumda
yaşadığımız söyleniyor. Ancak, bu haklar
göründükleri kadar önemli değildir. Bir toplumda
varolan kişisel özgürlüğün derecesi, o toplumdaki
kanunlar veya yönetim biçiminden çok, toplumun
ekonomik ve teknolojik yapısına bağlıdır.(16) New
England’daki Kızılderililerin çoğu monarşiyle
yönetiliyordu ve İtalyan Rönesans’ı sırasındaki
şehirlerin çoğu da diktatörlerin kontrolü altındaydı.
Ancak, bu toplumların tarihini okurken insan, onlarda
bizim toplumumuzdakinden daha fazla kişisel
özgürlüğe izin verildiği izlenimini ediniyor. Bu,
kısmen yöneticinin iradesini dayatacak etkin
mekanizmaların yokluğundan kaynaklanıyor: Çağdaş,
iyi örgütlenmiş polis güçleri; hızlı, uzun mesafe
iletişimleri, denetleme kameraları, sıradan
vatandaşların yaşamları hakkında bilgi dosyaları
yoktu. Bu nedenle de, kontrolden kaçmak görece daha
kolaydı.

96. Anayasal haklarımıza gelince, örneğin, basın
özgürlüğünü düşünün. Elbette bu hakka çatmak
istemiyoruz; bu, politik gücün yoğunlaşmasını
kısıtlamak ve politik gücü olanları, yanlışlarını halka
teşhir etmek yoluyla yola getirmek için önemli bir
araç. Ancak, basın özgürlüğü, sıradan vatandaşın bir
birey olarak çok az işine yarar. Medya, çoğunlukla
sistemle bütünleşmiş büyük kuruluşların
kontrolündedir. Birazcık parası olan herkes bir şey
bastırabilir veya bunu internette veya başka bir yolla
dağıtabilir, ama onun söyleyecekleri medyanın büyük
miktardaki materyallerinin arasında kaybolacak, bu
nedenle de hiçbir etkisi olmayacaktır. Bu yüzden
toplumda kelimelerle bir etki yaratmak, çoğu birey
veya küçük gruplar için olanaksızdır. Örneğin bizi
(FC) ele alın. Eğer hiçbir şiddet eyleminde
bulunmasaydık ve bu yazılarımızı bir yayıncıya teslim
etmiş olsaydık, büyük olasılıkla kabul edilmeyecekti.
Eğer kabul edilmiş ve yayınlanmış dahi olsa, büyük
olasılıkla fazla okuyucu çekmeyecekti çünkü
medyanın koyduğu eğlence programlarını seyretmek,
ciddi bir makale okumaktan daha eğlencelidir. Bu
yazılar çok okuyucu bulsaydı bile, bu okuyucuların
çoğu okuduklarını hemen unutacaklardı, çünkü akılları
medyanın onları maruz bıraktığı yığınlarca materyal
doldurulacaktı. Mesajımızı, topluma kalıcı bir etki
bırakabilme şansıyla sunabilmek için insanları
öldürmek zorunda kaldık.

97. Anayasal haklar bir dereceye kadar yararlı olsa da,
burjuva özgürlük anlayışı olarak tabir edilebilecek
şeyi garantilemekten pek fazlasına hizmet etmez.
Burjuva anlayışına göre, “özgür” bir insan, sosyal bir
makinenin önemli bir parçasıdır ve yalnızca
tembihlenmiş ve sınırlanmış bir dizi özgürlüğe
sahiptir; bu özgürlükler bireyin ihtiyaçlarından çok
sosyal makinenin ihtiyaçlarına hizmet etmek üzere
tasarlanmıştır. Bu yüzden, burjuvazinin tanımladığı
“özgür” insan ekonomik özgürlüğe sahiptir çünkü bu
büyüme ve ilerlemeyi teşvik eder, basın özgürlüğüne
sahiptir çünkü toplumsal eleştiri, politik liderlerin
yanlış davranışlarını engeller; adil bir mahkemeye
hakkı vardır çünkü güçlülerin kaprislerine bağlı
mahkumiyetler sistem için kötü olur. Bu açıkça Simon
Bolivar’ın tavrıydı. Ona göre, insanlar özgürlüğü
yalnızca ilerlemeyi (burjuvanın düşündüğü ilerlemeyi)
kolaylaştırmak için kullandıkları sürece hak ederdi.
Diğer burjuva düşünürler de, özgürlüğü benzer bir
açıdan, yalnızca kolektif sonuçlara ulaşan bir araç
olarak gördüler. Chester C. Tan, “20. yy.da Politik
Düşünce”, syf. 202’de Komüntang lideri Hu Hanmin’in
felsefesini şöyle açıklıyor: “Bir bireye haklar
verilir çünkü o, toplumun bir üyesidir ve topluluk
yaşamı böyle haklar gerektirir. Hu, topluluktan tüm
halkı kastediyordu.” Syf. 259’da da Tan, Carsum
Chang’a göre (Chang Chun-mai, Çin Devlet Sosyalist
Partisi lideri) özgürlüğün, kullanılması gerektiğini
belirtir. Ancak başkalarının tembihlediği şekilde
kullanacaksa kişinin ne biçim bir özgürlüğü vardır?
FC’nin özgürlük anlayışı Bolivar, Hu, Chang ve diğer
burjuva teorisyenlerinkiyle aynı değildir. Bu tür
teorisyenlerin sorunu, gelişmeyi ve sosyal teorilerin
uygulanmasını yapay etkinlikleri haline getirmiş
olmalarıdır. Sonuç olarak, bu teoriler, dayatıldıkları
toplumda yaşayan şanssız insanların ihtiyaçlarına
hizmet etmekten çok, teorisyenlerin ihtiyaçlarına
hizmet etmek için tasarlanmıştır.

98. Bu bölümle ilgili değinilecek bir nokta daha kaldı:
Bir insan sırf yeterince özgür olduğunu SÖYLÜYOR
diye, onun yeterince özgür olduğu sanılmamalı.
Özgürlük kısmen insanların farkında olmadığı
psikolojik kontrollerle sınırlanır; üstelik insanların
özgürlükten ne anladıklarını oluşturan düşünceler,
kişilerin kendi ihtiyaçlarından çok, toplumsal yasalar
tarafından yönlendirilir. Örneğin, aşırı
toplumsallaşmış türden birçok solcu, büyük olasılıkla
kendileri de dahil çoğu insanın fazla değil az
toplumsallaşmış olduğunu söyleyecektir, buna
rağmen, aşırı toplumsallaşmış bir solcu bu yüksek
düzeydeki toplumsallaşması yüzünden ağır bir
psikolojik bedel öder.

Tarihin Bazı İlkeleri

99. Tarihin iki bileşenden oluşan bir toplam olduğunu
düşünün: Sezilebilir bir yolda ilerlemeyen, önceden
sezilemeyen olaylardan oluşan düzensiz bir bileşen ve
uzun vadeli tarihi bir akıştan oluşan düzenli bir
bileşen. Biz burada uzun erimli akımlarla
ilgileneceğiz.

100. Birinci İlke : Eğer uzun vadeli bir tarihi akışta
KÜÇÜK bir değişiklik yapılırsa, o değişikliğin etkisi
neredeyse her zaman geçici olacaktır. Akış, orijinal
durumuna dönecektir. (Örnek: Bir toplumdaki politik
çöküntünün temizlenmesi için düzenlenen bir reform
hareketi genelde kısa vadelidir; er geç reformcular
rahatlar ve çöküntü yine topluma sızar. Söz konusu
toplumdaki politik çöküntü genelde sabit kalır veya
toplumun evrilişine bağlı olarak yavaşça değişir.
Normalde, politik bir temizleme ancak yaygın sosyal
değişimlere eşlik ettiğinde kalıcı olacaktır; toplumda
KÜÇÜK bir değişim yeterli olmayacaktır). Eğer, uzun
vadeli bir tarihi akışta küçük bir değişikli kalıcı gibi
görünüyorsa, bunun nedeni değişikliğin, akışın zaten
içinde bulunduğu yönde etki etmesidir, yani akış
değişmemiş yalnızca bir adım ilerlemiştir.

101. İlk ilke neredeyse aynı şeyin farklı kelimelerle
tekrarlanışıydı. Eğer bir akış küçük değişikliklere göre
istikrarlı olmasaydı, belirli bir yön izlemek yerine
rasgele bir yönde ilerlerdi; yani, uzun vadeli bir akış
bile olmazdı.

102. İkinci İlke : Eğer uzun vadeli bir tarihi akışı
etkileyebilecek denli büyük bir değişikli yapılırsa, bu
tüm toplumu değiştirir. Başka bir deyişle, bir toplum
tüm parçaların birbiriyle bağlantılı olduğu bir
sistemdir ve bunun önemli hiçbir parçasını diğer
parçalarını da değiştirmeden değiştiremezsiniz.

103. Üçüncü İlke : Uzun vadeli tarihi bir akışı kalıcı
olarak değiştirebilecek derecede büyük bir değişiklik
yapılırsa, bunun, toplum açısından bir bütün olarak
ileride getireceği sonuçlar önceden bilinemez. (Çeşitli
başka toplumlar da aynı değişiklikten geçmediği ve
aynı sonuçları yaşamadığı sürece; eğer böyle bir şey
olmuşsa, kişi, aynı değişiklikten geçen diğer bir
toplumun da benzer sonuçlara varabilme olasılığının
bulunduğunu, ampirik bir temele dayanarak
öngörebilir.)

104. Dördüncü İlke : Yeni bir toplum kağıt üstünde
tasarlanamaz. Yani, ilerideki bir toplumu önceden
planlayıp, o toplumun tasarladığınız gibi işlemesini
bekleyemezsiniz.

105. Üçüncü ve dördüncü ilkeler insan toplumlarının
karmaşıklığından kaynaklanır. İnsan davranışındaki
bir değişiklik toplumun ekonomisini ve fiziksel
çevresini etkiler; ekonomi çevreyi etkiler veya bunun
tersi olur, ekonomi ve çevredeki değişiklikler de insan
davranışını karmaşık ve tahmin edilemez şekillerde
etkiler vb. Etki-tepki ağı açıklanmak ve anlaşılmak
için çok fazla karmaşıktır.

106. Beşinci İlke : İnsanlar, toplumlarının şeklini
bilinçli ve akılcı olarak seçmezler. Toplumlar, akılcı
insan kontrolü altında olmayan sosyal evrim süreçleri
yoluyla gelişir.

107. Beşinci ilke, diğer dördünün bir sonucudur.

108. Açıklamak gerekirse: Birinci örneğe göre, genel
olarak konuşursak, bir sosyal reform girişimi ya
toplumun zaten geliştiği yolda etki eder (böylece de,
sadece her koşulda olacak bir değişikliği hızlandırır)
ya da yalnızca geçici bir etki gösterir, böylece de
toplum kısa sürede eski haline döner. Toplumun
herhangi önemli bir niteliğinin gelişiminde kalıcı bir
değişim gerçekleştirmek için reform yetersizdir,
devrim gereklidir. (Bir devrim, ille de silahlı bir
başkaldırıyı veya bir devletin yıkılmasını içermez.)
İkinci kurala göre, bir devrim asla toplumun yalnızca
bir yönünü değiştirmez, tüm toplumu değiştirir;
üçüncü ilkeye göreyse, devrimcilerin asla beklemediği
veya istemediği değişiklikler ortaya çıkar. Dördüncü
ilkeye göre, devrimciler veya ütopyacılar yeni bir
toplum türü oluştururlarsa, bu asla planlana şekilde
işlemez.

109. Amerikan Devrimi aykırı bir örnek değildir.
Amerikan “Devrimi” bizim kelimeden anladığımız
anlamda bir devrim değildi, ancak oldukça uzun erimli
politik reformların izlediği bir bağımsızlık savaşıydı.
Kurucular, Amerikan toplumunun gelişme yönünü
değiştirmediler, zaten böyle bir niyetleri de yoktu.
Onlar yalnızca, Amerikan toplumunu, gelişimini
geciktiren İngiliz yönetiminden kurtardı. Onların
politik reformu hiçbir temel akışı değiştirmedi
yalnızca Amerikan politik kültürünü, doğal gelişim
yönüne itti. Amerikan toplumunun da bir dalı olduğu
İngiliz toplumu, uzun süredir temsili demokrasi
yolunda ilerliyordu. Bağımsızlık Savaşı’ndan önce de
Amerikalılar, koloni meclislerinde önemli bir düzeyde
temsili demokrasi uyguluyorlardı. Anayasa tarafından
oluşturulan politik sistem, İngiliz sistemi ve koloni
meclislerine dayanıyordu. Büyük değişikliklere tabi.
Kurucuların çok önemli bir adım attığı şüphe
götürmez. Ancak bu İngilizce konuşanların zaten
gittiği yolda atılmış bir adımdı. Bunun kanıtı da şu ki,
İngiltere ve halkını çoğunlukla İngiliz kökenlilerin
oluşturduğu kolonileri, özellikle ABD’ninkine
benzeyen temsili demokrasi sistemine ulaştılar. Eğer
kurucular cesaretlerini kaybedip Bağımsızlık
Bildirgesi’ni imzalamayı reddetselerdi, bugünkü
yaşam tarzımız çok da farklı olmayacaktı. Belki
İngiltere ile daha sıkı bağlarımız olacaktı ve belki de
bir kongre ve başkan yerine bir parlamento ve
başbakanımız olacaktı. Çok büyük bir fark değil bu.
Bu nedenle, Amerikan Devrimi, bizim ilkelerimize
aykırı bir örnek değil, aksine ilkelerimize iyi bir örnek
oluşturuyor.

110. Yine de, bu ilkeleri uygularken kişi sağ duyusunu
kullanmalı. Bu ilkeler, yorum serbestliğine izin
verebilecek, kesin olmayan bir dille anlatılmıştır ve
bunların istisnaları da bulunabilir. Bu yüzden, bu
ilkeleri çiğnenemez yasalar olarak değil, birer tasarı ya
da düşünmek için birer rehber, toplumun geleceği
hakkındaki safça düşüncelere karşı kısmi birer çözüm
olarak sunuyoruz. İlkeler sürekli olarak akılda
tutulmalı ve kişi, onlarla çatışan bir sonuca vardığında,
düşünme tarzını tekrar gözden geçirmelidir ve ancak
çok iyi, somut nedenleri olduğunda vardığı sonucu
elinde tutmalıdır.

Endüstriyel-Teknolojik Toplum Reforme Edilemez

111. Yukarıda anlatılan ilkeler, endüstriyel sistemi,
sürekli özgürlük alanımızı daraltmasını engelleyecek
bir biçimde reforme etmenin ne kadar umutsuzca zor
olduğunu göstermeye yeter. En azından Endüstri
Devrimi’nden beri, teknolojinin, bireysel özgürlük ve
bağımsızlık pahasına gittikçe güçlenme yolunda bir
eğilimi vardır. Bundan dolayı, özgürlüğü teknolojiden
korumaz üzere tasarlanan herhangi bir değişiklik,
toplumumuzun gelişimindeki ana yöne aykırı olur.
Bunun sonucu olarak, böyle bir değişiklik geçici
olurdu –kısa zamanda tarihin akışı içinde silinirdi- ya
da, kalıcı olacak kadar büyük olursa, tüm
toplumumuzun doğasını değiştirirdi. Bu, birinci ve
ikinci ilkelere göre ortaya çıkıyor. Dahası, toplum
önceden tahmin edilmeyecek bir şekilde
değişeceğinden (üçüncü ilke) büyük bir risk olacaktı.
Özgürlük lehine kalıcı farklılıklar yapacak kadar
büyük değişikliklere başlanamazdı, çünkü kısa bir
zamanda bunların sistemi çökerteceği anlaşılırdı. Bu
yüzden, reform yolundaki bir girişim etkili
olamayacak kadar ürkek olurdu. Kalıcı bir farklılık
yaratabilecek değişikliklere başlansaydı bile, yıkıcı
etkileri anlaşıldığı zaman, bu değişiklikler ancak tüm
sistemde kökten, tehlikeli ve tahmin edilemeyen bir
değişikliğe hazırlıklı kişiler tarafından yapılabilir.
Yani reformistler tarafından değil, devrimciler
tarafından.

112. Teknolojinin varsayılan yararlarını feda etmeden
özgürlüklerini kurtarmak derdinde olan insanlar,
özgürlükle teknolojiyi uzlaştıracak yeni bir toplum
türü için safça planlar önereceklerdir. Bu tür
önerilerde bulunan insanların, bu yeni tür toplumun
nasıl kurulacağına dair pratik hiçbir öneri ortaya
atmamaları gerçeği bir yana, dördüncü ilkeden de
anlaşılacağı gibi bu yeni toplum kurulabilse bile, ya
çökerdi ya da beklenenden çok farklı sonuçlar verirdi.

113. Yani, son derece genel anlamda bile, toplumu,
moderne teknolojiyle özgürlü bağdaştıracak bir
biçimde değiştirecek bir yolun bulunması olanaksız
görünüyor. Önümüzdeki birkaç bölümde özgürlükle
teknolojik ilerlemenin uzlaşmaz olduğu sonucuna
varmamızın nedenlerini daha ayrıntılı olarak
açıklayacağız.

Endüstriyel Toplumda Özgürlüğün Kısıtlanması
Kaçınılmazdır

114. 65-67, 70-73. paragraflarda anlatıldığı gibi
çağdaş insanın eli kolu bir kurallar ve düzenlemeler
ağıyla bağlanmıştır ve kaderi de, kararlarını
etkileyemeyeceği kadar uzak kişilerin eylemlerine
bağlıdır. Bu ne tesadüf ne de mağrur bürokratların
keyiflerinin bir sonucu. Bu durum, teknolojik açıdan
ilerlemiş toplumlarda gerekli ve kaçınılmazdır.
Sistem, işleyebilmek için insan davranışlarını sıkı
sıkıya düzenlemez ZORUNDADIR. Alt düzey
bürokratlara herhangi ciddi bir takdir hakkı
verildiğinde, bu hem sistemi çökertecek hem de
bürokratların, birey olarak bu takdir hakkını
kullanmada gösterdikleri farklılıklardan ötürü
haksızlık suçlamalarına yol açacaktır. Özgürlüğümüz
üzerindeki sınırlamaların bir bölümünün kalkabileceği
doğrudur ama GENELDE endüstriyel-teknolojik
toplumun işlemesi için yaşamlarımızın büyük
kuruluşlar tarafından denetlenmesi gereklidir. Sonuç
olarak, ortalama insanda bir güçsüzlük duygusu
oluşuyor. Ancak, yasal düzenlemelerin yerini, gittikçe
artan oranlarda, sistemin yapmamızı talep ettiklerini
bize istetecek psikolojik araçlar alabilir.
(Propaganda,(14) eğitim teknikleri, “akıl sağlığı”
programları vb.)

115. Sistem, insanları, insan davranış kalıplarına çok
uzak bir biçimde davranmaya zorlamaktadır. Örneğin,
sistemin bilim adamlarına, matematikçilere ve
mühendislere ihtiyacı vardır. Onlarsız işleyemez. Bu
yüzden, çocuklara bu alanda yükselmeleri için ağır
baskılar uygulanıyor. Bir yetişkin insanın zamanının
büyük bir bölümünü kendi işine vermiş olarak bir
masa başında oturarak geçirmesi doğal değildir.
Normal bir yetişkin, zamanını gerçek dünyayla etkin
bir ilişki kurarak geçirmek ister. İlkel insanlar arasında
çocukların yapmak üzere eğitildikleri şeyler, doğal
insan güdüleriyle bir uyum içindedir. Örneğin,
Amerikan yerlilerinde, erkek çocuklar, etkin dış
uğraşlar için eğitiliyordu. Ama, toplumumuzda,
çocuklar teknik konuları öğrenmeye itiliyor ve çoğu
bunu gönülsüzce yapıyor.

117. Teknolojik açıdan gelişmiş tüm toplumlarda,
bireyin kaderi, kişisel olarak çok fazla etkileyemediği
kararlara bağlı OLMALIDIR. Teknolojik bir toplum
küçük, bağımsız topluluklara bölünemez; çünkü
üretim çok sayıda insanın işbirliğine dayanır. Bir
karar, diyelim ki 1000000 insanı etkiliyorsa, o zaman
bu etkilenen 1000000 insanın her birinin bu kararda
sadece 1/1000000 kadar bir payı vardır. Pratikte
gerçekleşen şey ise, genelde, kararların kamu
görevlileri veya şirket yöneticileri veya teknik
uzmanlar tarafından verilmesidir ancak tüm toplum oy
verdiğinde bile oy veren insan sayısı, bir bireyin
önemli olması için çok fazladır.(17) Bu yüzden
bireylerin çoğu hayatlarını etkileyen önemli kararları
etkilemekten acizdir. Bunu, teknolojik açıdan gelişmiş
bir toplumda çözmek için uygun bir yol yoktur.
Sistem, bu sorunu, insanların kendileri için
hazırlanmış kararları İSTEMESİNİ sağlayacak
propagandayı yaparak “çözmeye” çalışıyor ama bu
“çözüm” insanları daha iyi hissettirseydi bile alçaltıcı
olacaktı.

118. Muhafazakarlar ve diğerleri daha fazla “yerel
bağımsızlık” taraftarıdır. Yerel topluluklar bir
zamanlar gerçekten bağımsızdılar ancak böyle bir
bağımsızlık, yerel topluluklar tuzağa düşüp, kamu
hizmetleri, bilgisayar ağları, karayolları, medya ve
çağdaş sağlık sistemi gibi geniş çaplı sistemlere
bağlandığında olanaksızlaştı. Diğer yandan
bağımsızlığa karşı işleyen diğer bir gerçek ise, bir
yerde uygulanan teknolojinin çok uzak yerleri de
etkileyebilmesidir. Yani, bir nehir kolunda bir
kimyasal maddenin kullanımı yüzlerce mil ötedeki
suyu da kirletir ve sera etkisi tüm dünyayı etkiler.

119. Sistem, insani ihtiyaçları doyurmak için varolmaz
ve varolmaz. Aksine, sistemin ihtiyaçlarına uymak
üzere düzenlenmesi gereken, insan davranışıdır.
Bunun sistemi yönetiyor gibi gözüken politik ya da
sosyal ideolojiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu teknolojinin
suçudur çünkü sistem, ideoloji tarafından değil teknik
gereklilikler tarafından yönlendirilir.(18) Elbette sistem
birçok insani ihtiyacı karşılıyor ancak genelde, bunu
yapmak sistemin yararına olduğu sürece yapıyor. Asıl
önemli olan insanın ihtiyaçları değil, sistemin
ihtiyaçlarıdır. Örneğin, sistem insanlara gıda sağlıyor
çünkü herkes açlıktan ölseydi sistem işleyemezdi;
insanların psikolojik ihtiyaçlarıyla ilgilenmek,
GEREKLİ olduğu zaman ilgileniyor çünkü çok sayıda
melankolik ya da asi olursa sistem işleyemez. Ancak
sistem, gayet iyi, somut ve pratik nedenlerden ötürü
davranışlarını, sistemin ihtiyaçlarına göre
düzenlemeleri için insanlara sürekli bir baskı
uygulamak zorundadır. Çok fazla atık mı birikiyor?
Hükümet, medya, eğitim sistemi, çevreciler, herkes
bizi atıkların doğaya dönüşümü üzerine bir yığın
propagandaya boğar. Daha fazla teknik personele mi
ihtiyaç var? Çocuklara, koro halinde bilim üzerine
eğitim görmeleri tembihlenir. Hiç kimse durup da,
yetişkinleri, zamanının çoğunu genelde çoğunun
nefret ettiği konularda çalışmaya zorlamanın insanlık
dışı olup olmadığını sormuyor. Kalifiye işçiler, teknik
ilerlemeler nedeniyle işten çıkarılıp “yeniden
eğitim”den geçirilince, kimse böyle itilip kakılmaların
onlar için aşağılayıcı olup olmadığını sormaz.
Herkesin, teknik gerekliliklere boyun eğmek zorunda
olduğuna kesin gözüyle bakılıyor, bunun da iyi bir
nedeni var: Eğer insani ihtiyaçlar, teknik
gerekliliklerden daha öncelikli bir hale getirilseydi,
ekonomik sorunlar, işsizlik, kıtlık ve daha da kötüleri
ortaya çıkabilirdi. Toplumumuzda “akıl sağlığı”
kavramı büyük oranda bireyin sistemin ihtiyaçlarına
uygun olarak davranma ve bunu stres belirtileri
göstermeden yapma düzeyine göre tanımlanır.

120. Sistem içinde bir amaç duygusu ve bağımsızlık
için yer açma çabaları bir şakadan daha ileri gitmez.
Örneğin, bir şirkette, tüm çalışanlara bir katoloğun bir
bölümünü oluşturma görevi yerine, her bir çalışana
tüm bir katalog oluşturma görevi verildi; bunun da
çalışanlara bir amaç ve başarı hissi vermesi
bekleniyordu. Bazı şirketler de çalışanlarına daha fazla
bağımsızlık vermeyi denediler ama pratik nedenlerden
ötürü bu ancak çok sınırlı bir oranda
gerçekleştirilebilir ve hiçbir koşulda çalışanlara asıl
amaçlara yönelik bağımsızlıklar verilemez –
çalışanların “bağımsız” çabaları, asla kişisel olarak
seçtikleri amaçlara yönelik olamaz, ancak işverenin
amaçlarına yönelik olabilir, şirketin devamı ve
büyümesi gibi. Çalışanların aksi şekilde davranmasına
izin veren herhangi bir şirket batardı. Benzer şekilde,
sosyalist sistemdeki herhangi bir girişimde, işçiler
çabalarını girişimin amaçlarına yöneltmelidir, yoksa
girişim, sistemin bir parçası olma amacına hizmet
edemeyecektir. Yine, tamamıyla teknik nedenlerden
ötürü, bireylerin çoğunun veya küçük grupların,
endüstriyel toplumda fazla bağımsızlık sahibi
olabilmeleri mümkün değildir. Küçük çaplı iş sahipleri
bile genelde yalnızca sınırlı bağımsızlığa sahiptirler.
Kanunların yanı sıra, ekonomik sisteme uymak ve
onun gerekliliklerine alışmak zorunda olması küçük iş
sahibini sınırlar. Örneğin, biri yeni bir teknoloji
geliştirdiği zaman, küçük iş sahibi onu, rekabete
katılabilmek için, istese de istemese de kullanmak
zorundadır.

Teknolojinin “Kötü” Tarafları “İyi” Taraflarından
Ayrılmaz

121. Endüstriyel toplumun özgürlük lehine yeniden
düzenlenmesinin olanaksızlığının diğer bir nedeni ise,
çağdaş teknolojinin, tüm parçaların diğerine bağlı
olduğu bir bütünlüklü sistem olmasıdır. Teknolojinin
“kötü” taraflarını atıp sadece “iyi” taraflarını
bırakamazsınız. Örneğin, çağdaş tıbbı ele alalım. Tıp
bilimindeki ilerlemeler, kimya, fizik, biyoloji,
bilgisayar bilimi ve diğer alanlardaki ilerlemelere
bağlıdır. İleri düzey tıbbi tedaviler, yalnızca teknolojik
açıdan gelişkin, ekonomik açıdan zengin bir toplumda
bulunabilen pahalı ve ileri teknoloji ürünü bir
donanım gerektirir. Şurası açık ki, tüm teknolojik
sistem ve ona uygun her şey olmaksızın tıpta pek bir
ilerleme kaydedilemez.

122. tıpta ilerleme, teknolojik sistemin diğer parçaları
olmadan da sağlanabilseydi bile, bir takım kötülükleri
de beraberinde getirecekti. Örneğin, şeker hastalığının
tedavisinin bulunduğunu varsayalım. O zaman, şeker
hastalığına genetik bir eğilimi olan insanlar da
diğerleri gibi yaşayabilecek ve üreyebilecekti. Şeker
hastalığına karşı doğal seçim azalacak ve bu tür genler
tüm topluma yayılacaktı. (Bu şu anda bile olabilir,
çünkü şeker hastalığı tedavi edilemese de insülin
kullanımıyla kontrol altında tutulabiliyor.) Toplumun
genetik yapısının bozulmasıyla başka bazı hastalıklara
karşı hassasiyet de değişecektir. Tek çözüm bir tür
öjenik programı (Öjenik; İnsan ırkının soya çekim
yoluyla ıslahına çalışan bilim dalıdır. Ç.n.) veya
yaygın genetik mühendisliği olacaktır, böylece insan
artık doğanın ya da şansın ya da tanrının (dini veya
felsefi görüşlerinize bağlı olarak) bir yaratısı değil,
işlenmiş bir ürün olacaktır.

123. Eğer büyük devlet babanın hayatınıza ŞU ANDA
fazla karıştığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, siz
asıl devlet, çocuklarınızın genetik yapısını
düzenlemeye başladığında görün olacakları. Bu tür bir
düzenleme, kaçınılmaz olarak genetik mühendisliğinin
başlangıcını getirir, çünkü kontrolsüz genetik
mühendisliğinin sonuçları bir felaket olabilir.(19)

124. Bu tür endişeler verilen genel yanıt, “tıbbi ahlak”
üzerinde konuşmaktır. Ancak bir ahlak kuralı,
özgürlüğü tıbbi ilerleme karşısında korumaya
yaramaz; ancak işleri daha da beter duruma sokar.
Genetik mühendisliğinde uygulanan bir ahlak kuralı,
insanların genetik yapılarının düzenlenmesi için bir
araç olurdu. Birileri, /büyük olasılıkla da çoğunlukla
orta sınıfın üst katmanı) şu ve şu genetik mühendisliği
uygulamalarının “ahlaki” olduğuna ve diğerlerinin de
olmadığına karar veriri, böylece, kendi değerlerini,
nüfusun büyük bölümünün genetik yapılarına empoze
ederler. Eğer bir ahlak kuralı tümüyle demokratik bir
düzeyde seçilmiş olsaydı bile bu sefer de, çoğunluk,
genetik mühendisliğinin “ahlaki” kullanımı konusunda
belki de farklı fikirleri olan azınlıklara kendi
değerlerini dayatıyor olurdu. Özgürlüğü gerçekten
koruyacak tek ahlak kuralı, TÜM genetik
mühendisliğini yasaklayan bir ahlak kuralı olabilirdi
ve bu tür bir kuralın, teknolojik bir toplumda asla
uygulanmayacağından emin olabilirsiniz. Genetik
mühendisliğine küçük bir rol biçen hiçbir kural uzun
süre kalamazdı çünkü biyoteknolojinin yoğun gücü
karşı konulamaz olurdu; özellikle de, uygulamaların
birçoğu toplumun büyük bölümüne kesinlikle iyi
görüneceği için. (Fiziksel ve akli hastalıkları ortadan
kaldırmak; insanlara bugünün dünyasında geçinip
gidebilmek için gerekli becerileri
kazandırmak.)kaçınılmaz olarak, genetik mühendisliği
yaygın olarak kullanılacak ama yalnızca endüstriyelteknolojik
sistemin ihtiyaçlarına uyan biçimlerde.(20)

Teknoloji, Özgürlük Özleminden Daha Etkin Bir
Sosyal Güçtür

125. Teknolojiyle özgürlük arasında KALICI bir
uzlaşma olması olanaksızdır, çünkü teknoloji, çok
daha etkin bir güçtür ve TEKRAR TEKRAR varılan
uzlaşmalar yoluyla sürekli özgürlüğe geri adım attırır.
Başlangıçta aynı miktarda toprağa sahip olan, ancak
biri diğerinden daha güçlü olan iki komşunun
durumunu düşünelim. Güçlü olan, diğerinin
toprağından bir parça ister. Zayıf olan reddeder. Güçlü
olan, “Tama, hadi uzlaşalım. Bana istediğim toprağın
yarısını ver” der. Zayıf olanın teslim olmaktan başka
pek çaresi yoktur. Bir süre sonra güçlü komşu, diğer
bir toprak parçası ister, tekrar bir uzlaşma olur ve bu
böyle devam eder. Uzun bir uzlaşmalar zincirinden
sonra, güçlü olan zayıf olanın toprağını alır. Teknoloji
ile özgürlük arasındaki çatışmada da bu böyle olur.

126. Teknolojinin neden olduğu özgürlük özleminden
daha etkin bir sosyal güç olduğunu açıklayalım.

127. Özgürlüğü tehdit etmiyor gözüken teknolojik bir
ilerleme, sıklıkla, özgürlüğü sonradan çok ciddi olarak
tehdit eder. Örneğin motorize ulaşımı düşünün.
Yürüyen bir insan daha önce istediği yere, trafik
düzenlemelerine takılmadan istediği hızla gidebilirdi
ve teknolojik destek sistemlerine de bağlı değildi.
Motorlu araçlar ortaya çıktığında insanın özgürlüğünü
arttırıyor gibi görünüyorlardı. Yürüyen insanın
özgürlüğünü elinden almıyorlardı, kimse istemediği
halde araba almak zorunda değildi ve araba almayı
seçen bir insan, yürüyen bir insandan çok daha hızlı ve
çok daha uzun mesafede yol alabiliyordu. Ancak,
motorize ulaşım kısa sürede toplumu öyle bir
değiştirdi ki, insanın hareket özgürlüğü büyük oradan
kısıtlandı. Araba sayısı arttıkça, kullanımını yaygın bir
biçimde denetlemek gerekli oldu. Kişi, nüfusun yoğun
olduğu alanlarda, arabasıyla istediği yere istediği
hızda gidemiyor, hareketleri trafik akışı ve çeşitli
trafik kurallarına göre düzenleniyor. Kişi çeşitli
zorunluluklarla bağlanmış durumda: Ehliyet için
gerekli şeyler, sürücü testi, kayıt yenileme, sigorta,
güvenlik için gerekli donanımlar, aylık taksitler.
Üstelik, motorlu ulaşımın kullanımı artık seçime bağlı
değil. Motorlu ulaşımın ortaya çıkışı, şehirlerimizin
düzenini öyle değiştirdi ki, insanların büyük
çoğunluğu, işyerlerine, alışveriş merkezlerine ve
eğlence yerlerine yürüyebilecekleri uzaklıkta
yaşamıyorlar, bu yüzden de ulaşım için arabalarına
bağlı olmak ZORUNDADIRLAR. Ya da toplu taşıma
araçlarını kullanmak zorundadırlar ki bu durumda da
hareketlerini, araba sürerken olduğundan daha az
kontrol edebiliyorlar. Günümüzde bir yayanın
özgürlüğü bile büyük oranda sınırlıdır. Bir yaya,
şehirde, temelde oto trafiğine hizmet eden trafik
ışıklarını beklemek için sürekli durup beklemek
zorundadır. Kırsal kesimde ise, motorlu araç trafiği,
kara yolunda yürümeyi tehlikeli ve zevksiz bir hale
getiriyor. (Motorlu ulaşım konusunda dile getirdiğimiz
noktanın önemine dikkat edin: Yeni bir teknolojik araç
bireyin kendi seçimine göre ister kabul edeceği, ister
etmeyeceği bir seçenek olarak sunulduğunda bu, o
aracın hep bir seçenek olarak KALACAĞI anlamına
gelmez. Çoğu durumda, yeni teknoloji toplumu öyle
bir değiştirir ki, insanlar sonunda kendilerini bu yeni
aracı kullanmak ZORUNDA kalmış olarak bulurlar.)

128. Teknolojik ilerleme BİR BÜTÜN OLARAK
sürekli özgürlük alanımızı kısıtlarken, her yeni teknik
ilerleme TEK BAŞINA istenebilir gibi görünür.
Elektrik, ev içi su tesisatı, hızlı ve uzun mesafeli
iletişim… Bunların herhangi birine ya da çağdaş
toplumda kaydedilen sayısız diğer teknik gelişmelere
nasıl karşı çıkılabilir? Telefonun ortaya çıkışına karşı
koymak saçma olurdu örneğin. Telefonun çok yararı
vardı ve hiç zararı yoktu. Ancak, 59-76. paragraflarda
anlattığımız gibi, tüm bu teknik ilerlemeler, hep
birlikte, ortalama insanın kaderinin, kendi elinde ya da
komşularının veya arkadaşların elinde değil; artık
kendisinin birey olarak etkilemeye gücünün
yetmeyeceği politikacıların, şirket yetkililerinin ve
uzak, adı bilinmeyen teknisyen ve bürokratların elinde
olduğu bir dünya yarattı.(21) Aynı süreç, gelecekte de
sürecek. Örneğin, genetik mühendisliğini ele alalım.
Kalıtımsal bir hastalığı ortadan kaldıran bir genetik
tekniğinin ortaya çıkışına çok az insan karşı koyar.
Bu, görünüşte hiçbir zarar vermez, hatta birçok acıyı
da engeller. Yine de, hep birlikte çok sayıdaki genetik
ilerleme, insanı, şansın (ya da tanrının, ya da dini
inançlarımıza bağlı olarak her neyinse) özgür bir
yaratısı olmaktan çıkarıp, fabrikasyon bir ürün haline
getirecektir.

129. Teknolojinin böylesine güçlü bir sosyal güç
olmasının diğer bir nedeni ise, teknolojik ilerlemenin,
bir toplumda daima aynı yönde ilerlemesidir; bu
ilerleme tersine çevrilemez. Teknik bir yenilik bir kere
ortaya çıktı mı, insanlar genelde ona bağımlı hale
gelirler, yani, daha gelişmiş bir yenilik onun yerini
alıncaya kadar, bir daha asla onsuz olamazlar. Yeni bir
teknolojik araca yalnızca bireyler bağlanmaz, dahası
sistem de tümüyle bağlanır. (Bilgisayarların ortadan
kaldırılması durumunda sistemin ne hale geleceğini
düşünün bir.) Böyle sistem de yalnızca bir yönde
ilerler; daha fazla teknolojikleşme yönünde. Teknoloji
tekrar tekrar özgürlüğü bir adım gerilemeye zorlar
ama kendisi asla geri adım atamaz – tüm teknoloji
sistem yıkılmadıkça.

130. Teknoloji büyük bir hızla ilerlerken, özgürlüğü
de pek çok açıdan aynı anda tehdit ediyor. (Nüfusun
yoğunlaşması, kurallar ve düzenlemeler, bireylerin
büyük kuruluşlara gittikçe artan bağımlılığı,
propaganda ve diğer psikolojik teknikler, genetik
mühendisliği, gözetleme aletleri ve bilgisayar yoluyla
özel yaşamın istila edilmesi vb.) Özgürlüğe yönelen
bu tehditlerden herhangi BİRİNİN bile geri alınması
uzun ve zır bir sosyal mücadele gerektirir. Özgürlüğü
korumak isteyenler, yeni saldırılarla ve bu saldırıların
geliştirilmesindeki hızla boğulurlar, bu nedenle de
kayıtsızlaşıp karşı koymaya son verirler. Bu tehditlerin
her biriyle ayrı ayrı savaşmak boşuna olur. Başarı
ancak tüm teknolojik sistemle bir bütün olarak
savaşarak umulabilir ama bu, reform değil, devrimdir.

131. Teknisyenler (Bu terimi, eğitim gerektiren bir
uzmanlık işi yapan herkesi kastedecek biçimde geniş
anlamıyla kullanıyoruz.) işleriyle (yapay etkinlikleri)
öyle çok ilgilenirler ki, işleri ile özgürlükleri çatışınca,
neredeyse hep işleri lehine karar verirler. Bu, bilim
adamlarında açıksa da başka yerlerde de gözlenebilir:
Eğitimciler, hümanist gruplar, koruma grupları, onları
bu övgüye değer sona ulaştıracak propagandayı ve
diğer psikolojik araçları kullanmaktan çekinmezler.
Kanun uygulayıcılar, genelde, şüphelilerin, çoğunlukla
da tümüyle masum kişilerin, anayasal hakları
yüzünden zor duruma düşerler ve bu hakları
kısıtlamak ve ihlal etmek için yasal olarak (bazen de
yasa dışı olarak) yapabildikleri ne varsa yaparlar.
Eğitimcilerin, devlet görevlilerinin ve hukukçuların
çoğu, özgürlük, özel yaşam ve anayasal haklara inansa
da, bunlar işleriyle çatıştığında, genelde işlerinin daha
önemli olduğunu hissederler.

132. İnsanların, bir ödüle ulaşmak için çalıştıklarında,
bir cezayı veya olumsuz bir sonucu engellemeye
uğraştıkları zamankinden daha iyi çalıştıkları bilinir.
Bilim adamları ve diğer teknisyenler genelde
işlerinden kazandıkları ödülle motive olurlar.
Özgürlüğün, teknoloji tarafından işgal edilmesine
karşı çıkanlar ise, olumsuz bir sonucu engellemeye
çalışıyorlar, sonuç olarak bu cesaret kırıcı işi sürekli
ve iyi yapan çok az insan var. Reformistler,
özgürlüğün teknoloji tarafından işgaline somut bir
engel oluşturabilecek gibi gözüken, parlak bir başarı
kazansalardı, çoğu rahatlayıp ilgilerini daha kabul
gören alanlara yöneltme eğilimi taşıyacaktı. Ancak
bilim adamları laboratuarlarında çalışmaya devam
ediyorlar ve teknoloji de, tüm engellere rağmen
bireyleri gittikçe daha çok kontrol etmenin ve onları
sisteme gittikçe daha bağımlı kılmanın yolların
bulacak.

133. Ne kanunlar, kurumlar, gelenekler ne de ahlaki
kurallar, hiçbir toplumsal düzenleme teknolojiye karşı
kalıcı bir koruma oluşturmaz. Tarih, tüm toplumsal
düzenlemelerin geçici olduğunu gösteriyor; hepsi ya
değişiyor ya da sonunda yok olup gidiyor. Ama
teknolojik ilerlemeler bir toplum içinde kalıcıdır.
Örneğin, genetik mühendisliğinin insanlara
uygulanmasını ya da özgürlük ve insan onurunu tehdit
edebilecek bir şekilde kullanılmasını engelleyebilecek
sosyal düzenlemelere varmanın mümkün olduğunu var
sayalım. Yine de, teknoloji bekliyor olacaktı. Er ya da
geç bu düzenleme yok olacaktı. Toplumumuzdaki
değişim hızını düşünürsek, büyük olasılıkla da kısa
zamanda. O zaman, genetik mühendisliği bizim
özgürlük alanımızı işgal etmeye başlayacak ve bu
işgal de geri dönülemez olacaktı (teknolojik uygarlığın
yıkılması durumu hariç). Toplumsal düzenlemeler
yoluyla kalıcı bir şey elde etmek yanılgısı, şu andaki
çevre düzenlemelerinin durumuna bakarak
giderilebilir. Birkaç yıl önce, çevre kirliliğinin en kötü
türlerinin en azından BİRAZINI engelleyen sağlam
enerjiler var gibi görünüyordu. Politika rüzgarındaki
bir değişimle bu engeller de yıkılmaya başladı.

134. Yukarıdaki nedenlerden ötürü, teknoloji,
özgürlük özleminden daha etkin bir sosyal güçtür.
Ancak bu ifade, önemli bir sınırlama gerektiriyor.
Öyle görünüyor ki, önümüzdeki birkaç yon yılda
endüstriyel-teknolojik sistem, ekonomik ve çevre
sorunları, özellikle de insan davranışına
(yabancılaşma, başkaldırı, düşmanlık, çeşitli sosyal ve
psikolojik zorluklar) bağlı olarak şiddetli zorluklar
yaşayacak. Umarız sistemin yaşayacağı bu zorluklar
onun yıkılmasına ya da en azından güçsüz düşmesine
neden olur ki, sisteme karşı bir devrim mümkün
olabilsin. Böyle bir devrim ortaya çıkar ve başarılı
olursa, o zaman özgürlük özleminin teknolojiden daha
güçlü olduğu kanıtlanmış olacak.

135. 125. paragrafta, bir dizi uzlaşma zoruyla elinden
tüm toprağını alan güçlü bir komşunun aç bıraktığı
güçsüz bir komşu örneğini kullanmıştık. Ancak şimdi
güçlü komşunun hasta olduğunu, böylece de kendisini
savunamayacak duruma düştüğünü varsayalım.
Güçsüz komşu, güçlüyü kendisinden aldığı toprağı
geri vermeye zorlayabilir ya da onu öldürebilir. Eğer
onun yaşamasına izin verip, yalnızca kendisinden
aldığı toprağı geri vermeye zorlarsa aptallık etmiş
olur; çünkü güçlü olan iyileşince yine tüm toprağı
alacaktır. Güçsüz olan adam için tek akıllıca seçenek,
şansı varken güçlüyü öldürmektir. Aynı şekilde, biz de
endüstriyel sistem güçsüzken onu yok etmeliyiz. Eğer
onunla uzlaşıp, güçsüzlüğünden sıyrılmasına izin
verirsek, o, sonunda tüm özgürlüğümüzü silip
süpürecektir.

Daha Basit Toplumsal Sorunların Dahi Çözülemez
Olduğu Görüldü

136. Eğer biri hala sistemi, özgürlüğü teknolojiden
koruyacak şekilde düzeltmenin mümkün olduğunu
düşünüyorsa, ona toplumumuzun çok daha basit ve
kolay sorunları çözmede dahi nasıl beceriksiz ve
çoğunlukla da başarısız olduğunu hatırlamasını tavsiye
ederiz. Her şey bir yana, sistem çevre kirliliği ve
politik yozlaşmayı, uyuşturucu ticaretini ya da aile içi
şiddeti durdurmakta bile başarısız olmuştur.

137. Çevre sorunlarımızı ele alın örneğin. Burada
değerlerin çatıştığı açıktır: Ekonomik tedbirlere
karşılık torunlarımız için doğal kaynaklarımızın bir
kısmının korunması.(22) Ancak bu konuda güç sahibi
kilerden duyduğumuz tek şey sadece şaşırtıcı ve
saçma sapan konuşmalar oluyor. Açık, istikrarlı bir
hareket planına benzer bir şey yok. Biz de,
torunlarımızın yaşamak zorunda kalacağı çevre
sorunlarını üst üste yığmaya devam ediyoruz. Çevre
sorunlarını çözüme ulaştırma çabaları zaman zaman
üstünlüğün el değiştirdiği farklı gruplar arasındaki
mücadeleler ve ödünlerden oluşur. Mücadele çizgisi,
toplumdaki akımlarla beraber değişir. Bu tutum akla
uygun ya da problemin çözülmesinde başarılı ve doğru
zamanda bir sonuca ulaşacak gibi değildir. Büyük
sosyal problemler, zaten eğer “çözülürse” nadiren
mantıklı, kapsamlı bir plan sayesinde çözülebilirler.
Genelde kısa vadeli çıkar peşinde koşan,(23)rekabet
halindeki çeşitli grupların geçici bir uzlaşmaya vardığı
(genelde şans eseri olarak) bir süreç içinde kendi
kendileri çözüme ulaşır. Aslında, 100-106.
paragraflarda formüle ettiğimiz ilkeler mantıklı, uzun
vadeli bir sosyal planlamanın ASLA başarılı
olmayacağına dair kanıt göstermektedir.

138. Bu nedenle şurası açıktır ki, insan ırkı en iyi
halde bile nispeten kolay sosyal problemleri çözmekte
bile çok kısıtlı bir kapasiteye sahiptir. Öyleyse daha
zor ve karışık olan özgürlüğü teknoloji ile uzlaştırma
problemini nasıl çözecektir? Teknoloji belli maddi
avantajlar sunar, özgürlük ise farklı insanlara farklı
şeyler çağrıştıran soyut bir kavramdır ve eksikliği
kolayca propaganda ve etkileyici bir konuşma ile
gizlenir.

139. Şu önemli farka dikkat edin: Çevre
problemlerimizin (örneğin) bir gün mantıklı, kapsamlı
bir plan doğrulusunda çözümlenmesi olasıdır, ama bu
gerçekleşirse nedeni sadece sistem için bu problemleri
çözmenin uzun vadede çıkar sağlamasıdır. Ama
özgürlüğü ya da küçük özerk toplulukları korumak
sistemin çıkarına DEĞİLDİR. Tam tersine insan
davranışlarını mümkün olan en geniş ölçüde kontrol
altına almak sistemin çıkarınadır.(24) Bu nedenle
uygulamalar en sonunda sistemi çevre sorunlarına
mantıklı ve ihtiyatlı yaklaşmaya zorlarken, aynı
zamanda da insan davranışlarını daha da bir yakından
düzenlenmesini sağlar. (Tercihen özgürlüğe tecavüzü
gizleyecek dolaylı yöntemlerle.) Bu sadece bizim
fikrimiz değildir. Ünlü sosyal bilimciler (Örn. James
Q. Wilson) insanları “sosyalleştirmenin” önemini daha
etkin bir biçimde belirtmiştir.

Devrim Reformdan Daha Kolaydır

140. Sistemde, özgürlüğü teknolojiyle uzlaştıracak bir
reform yapılamayacağına umarız okuyucuyu
inandırmışızdır. Tek yol endüstriyel-teknolojik sistemi
tamamen yıkmaktır. Bu da devrim anlamına gelir, ille
de silahlı bir ayaklanma değil, ama toplumun
doğasında kesinlikle radikal ve esaslı bir değişim
demektir.

141. Bir devrim, reformun getirdiğinden çok daha
fazla değişiklik içerdiğinden, insanlar devrimi
gerçekleştirmenin daha zor olduğunu düşünme
eğilimindedirler. Aslında, belli koşullar altında
devrim, reformdan çok daha kolaydır. Bunun nedeni
de devrimci bir hareketin, bir reform hareketinin
sağlayamayacağı güçlü bir esin kaynağı olmasıdır. Bir
reform hareketi sadece belli bir sosyal problemi
çözmeyi vaat eder. Devrimci bir hareket bir defada
tüm problemleri çözmeyi ve tamamen yeni bir dünya
yaratmayı hedefler; insanların uğruna büyük risklere
gireceği ve fedakarlıklar yapacağı türden bir ideal
sağlar. Bu nedenlerden dolayı, teknolojinin herhangi
bir dalının, örneğin genetik mühendisliği gibi
ilerlemesine ya da uygulanmasına etkili ve kalıcı
kısıtlamalar koymak yerine; tüm teknolojik sistemi
yıkmak çok daha kolay olacaktır. Az sayıda insan
kendisini samimi bir istekle genetik mühendisliğine
kısıtlamalar koymaya adar, ama uygun koşullar altında
pek çok kişi endüstriyel-teknolojik sisteme karşı
olacak bir devrime kendini istekle adayabilir. Paragraf
132’de belirttiğimiz gibi teknolojinin belirli bazı
yönlerini kısıtlamaya çalışan reformcular olumsuz bir
akıbeti önlemek için çalışıyor olurlar. Ama
devrimciler, kudretli bir ödül için çalışırlar –devrimci
görüşlerin gerçekleşmesi- ve böylece reformculardan
daha çok ve daha azimli çalışırlar.

142. Reform, daima, değişikliklerin çok ileri gitmesi
durumunda, kötü sonuçlar doğuracağı korkusuyla
sınırlanır. Ama devrimci ateş toplumu bir kere sardı
mı insanlar artık devrimleri için sonsuz zorluğa
katlanmaya razı olurlar. Bu Fransız ve Rus
Devrimlerinde açıkça görülmüştür. Bu durumlarda
nüfusun sadece azınlığı devrime gerçekten bağlı
olabilir, ama bu azınlık toplumda etkin bir güç haline
gelmeye yetecek sayıda ve aktiftir. 180-205.
paragraflarda devrim konusuna daha fazla
değineceğiz.

İnsan Davranışının Kontrolü

143. Uygarlığın başından beri, örgütlü toplumlar,
sosyal organizmanın işlemesi için insanlara baskı
uygulamak zorunda kalmışlardır. Baskı çeşitleri
toplumdan topluma büyük değişiklik gösterir.
Baskıların bazıları fizikseldir (kötü beslenme, fazla
çalışma, çevre kirliliği), bazıları psikolojiktir (gürültü,
kalabalık, insan davranışlarını toplumun ihtiyaç
duyduğu biçime girmeye zorlamak). Geçmişte, insan
doğası hemen hemen sabitti, ya da belli sınırlar
içerisinde değişiklik göstermişti. Sonuç olarak,
toplumlar insanları sadece belli sınırlara kadar
zorlayabildiler. İnsanın tahammül sınırı aşıldığında,
işer kötüye gitmeye başladı: İsyan veya suç veya
yozlaşma veya işten kaçma veya depresyon ve diğer
zihinsel problemler veya artan bir ölüm oranı veya
doğum oranının düşmesi veya başka bir şey; öyle ki ya
toplum parçalandı ya da işleyişi etkisiz hale geldi ve
başka bir etkili toplum çeşidi yerine geldi (çabuk ya da
yavaş; fetih, yıpratma ya da evrim yoluyla).

144. Bu nedenle insan doğası, geçmişte toplumların
gelişmesine belli sınırlar koymuştur. İnsanlar ancak
belli bir noktaya kadar zorlanabilirdi. Ama bugün bu
durum değişiyor olabilir, çünkü modern teknoloji
insanları değiştirebilmenin yollarını geliştiriyor.

145. İnsanları korkunç derecede mutsuz edecek
koşullara maruz bırakan, sonra da bu mutsuzluklarını
gidermek için onlara uyuşturucu veren bir toplum
düşünün. Bu bir bilimkurgu mu? Mevcut toplumumuz
içinde bu belli bir dereceye kadar zaten yapılmaktadır.
Klinik depresyon vakalarının son 10-20 yılda büyük
hızla arttığı bilinen bir gerçektir. 59. ve 76.
paragraflarda açıklandığı gibi bu durumun, güç
sürecinin bozulması yüzünden olduğuna inanıyoruz.
Yanılıyor olsak bile artan depresyon oranı kesinlikle
bugün toplumumuzda var olan BAZI koşulların
sonucudur. İnsanları depresyona iten koşulları
kaldırmak yerine, modern toplum onlara anti-depresan
(uyuşturucu) ilaçlar vermektedir. Aslında, antidepresanlar,
bireyin iç dünyasını; normalde tahammül
etmeyeceği sosyal koşulları kabullenmesini
sağlayacak biçimde değiştiren araçlardır. (Evet,
depresyonun çoğunlukla genetik bir sebepten
kaynaklandığını biliyoruz. Burada çevrenin baskın rol
oynadığı vakaları kastediyoruz.)

146. Aklı etkileyen (uyuşturucu) ilaçlar modern
toplumun insan davranışını kontrol etmek için
geliştirdiği yeni yöntemlerden sadece bir tanesidir.
Diğer bazı yöntemlere göz atalım.

147. En başından, gözetim teknikleri bulunur. Pek çok
mağazada ve başka bir çok yerde gizli kameralar
kullanılmaktadır, bilgisayarlar bireyler hakkında çok
miktarda bilgi toplamakta ve bunları işleme tabi
tutmakta kullanılmaktadır. Bu kadar fazla bilgi fiziksel
baskının etkisini arttırır. (Örn. Yasal zorlama)(26)
Ayrıca kitle iletişiminde medyanın etkili araçlar
sağladığı propaganda metotları vardır. Seçimleri
kazanmak, ürünleri satmak ve halkın düşüncelerini
etkilemek için etkili teknikler geliştirilmiştir. Eğlence
endüstrisi sistemin önemli bir psikolojik aracı olarak
hizmet verir, hatta fazla seks ve şiddeti
cezalandırırken bile. Eğlence modern insana önemli
bir kaçış aracı sağlar. İnsan, televizyona, videoya vs.
gömülmüşken; stresi, endişeyi, hayal kırıklığını,
tatminsizlik duygusunu unutabilir. Pek çok ilkel kişi,
çalışmak zorunda olmadığında, hiçbir şey yapmadan
saatlerce oturmaktan oldukça memnun kalır, çünkü
kendisi ve dünyası ile barışıktır. Ama çoğu modern
insan sürekli olarak meşgul kalmalı ya da
eğlenmelidir, yoksa “sıkılır”. Örneğin, huzursuz ve
asabi olur.

148. Diğer metotlar üsttekilerden daha etkilidir.
Eğitim artık bir çocuğa derslerini bilemediği zaman
tokat atmak ve de bildiği zaman başını okşamaktan
oluşan basit bir olay değildir. Çocuğun gelişimini
kontrol eden bilimsel bir teknik haline gelmektedir.
Örneğin, Slyvan Öğrenme Merkezleri çocukları
çalışmaya teşvik etmekte büyük başarı göstermiştir,
pek çok sıradan okulda da psikoloji teknikleri az çok
başarı ile uygulanmaktadır. Ebeveynlere öğretilen
“ebeveynleşme” teknikleri; çocukların sistemin temel
değerlerini kabul etmesini ve sistemin arzu ettiği
şekilde davranmasını sağlamayı amaçlar. “Akıl
sağlığı” programları, “müdahale” teknikleri,
psikoterapi vs. görünüşte bireylerin çıkarı için
düzenlenmiştir, ama gerçekte bireylerin sistemin
ihtiyaç duyduğu gibi düşünmesi ve hareket etmesini
sağlayan metotlardır. (Burada bir çelişki yoktur;
tutumu ve davranışlarıyla sistemle çelişkiye düşen bir
birey kendisine oranla yenmesi ya da kaçması çok zor
olan bir güç ile karşı karşıyadır, bu sebeple stres, hayal
kırıklığı ve yenilgi duygularına kapılmaya eğilimlidir.
Sistemin istediği gibi düşünmek ve davranmak onun
için çok kolay olur. Bu anlamda sistem bireyin beynini
yıkayıp onu uygun biri yapmakla bireyin menfaati
doğrultusunda hareket etmektedir.) Açık ve yoğun
şekillerde çocuğun taciz edilmesi, hiçbir kültürde
onaylanmaz. Bir çocuğa saçma bir sebepten ya da
sebepsiz yere zarar vermek herkesi dehşete düşürecek
bir şeydir. Ama bir çok psikolog taciz kavramını daha
geniş anlamda yorumlamaktadır. Mantıklı ve uygun
bir disiplin sistemi içinde tokatlamanın sonuçta
bireyin toplumda var olan sisteme ayak uydurmasını
sağlayıp sağlamadığına bağlıdır. Gerçekte “taciz”
sözcüğü sisteme göre uygunsuz davranışlar doğrudan
herhangi bir çocuk yetiştirme metodunu kapsayacak
şekilde yorumlanmaya yatkın bir sözcüktür. Bu
nedenle “çocukların taciz edilmesini” engellemek için
yapılan programlar göze batan, anlamsız şiddeti
önledikten sonra sistem adına insan davranışını
kontrol etmeye yönelirler.

149. İnsan davranışını kontrol edecek psikolojik
tekniklerin etkinliğini arttırmak için yapılan
araştırmalar muhtemelen devam edecektir. Ama
insanları teknolojinin yarattığı türden bir topluma
uydurmak için sadece psikolojik tekniklerin yeterli
olmayacağını düşünüyoruz. Muhtemelen biyolojik
metotlar da kullanılmak zorunda kalınılacaktır. Bu
bağlamda (uyuşturucu) ilaçların kullanımından zaten
bahsetmiştik. Nöroloji, insan aklını değiştirecek başka
yollar bulabilir. İnsan genetik mühendisliği, zaten
“gen terapisi” şeklinde oluşmaya başladı ve bu
metotların sonunda, vücutta aklın çalışmasını
etkileyen kısımları değiştirmek için kullanılacağını
düşünmemek için bir sebep yok.

150. 134. paragrafta değindiğimiz gibi endüstriyel
sistemin, kısmen insan davranışındaki problemler,
kısmen de ekonomik ve çevre problemleri yüzünden
yoğun bir sıkıntı dönemine girdiği görülmektedir,
sistemin ekonomik ve çevre sorunlarının önemli bir
bölümünün sebebi insanların davranış şeklidir.
Yabancılaşma, kendine güvensizlik, depresyon,
düşmanlık, ayaklanma, çalışmayan çocuklar, gençlik
çeteleri, yasa dışı ilaç kullanımı, tecavüz, çocukların
taciz edilmesi, diğer suçlar, güvensiz seks, genç yaşta
hamilelik, nüfus artışı, politik yozlaşma, ırk
düşmanlığı, etnik çatışma, ideolojik mücadele, politik
aşırılık, terörizm, sabotaj, hükümet dışı gruplar, nefret
grupları. Tüm bunlar sistemi tehdit eder. Bu nedenle
sistem insan davranışlarını kontrol etmek için her türlü
pratik metodu kullanmak ZORUNDA kalacaktır.

151. Bugün tanık olduğumuz sosyal bozulma
kesinlikle sadece bir şans eseri değildir. Yalnızca
sistemin insanlara zorla uyguladığı koşullar yüzünden
olabilir. (Bu koşulların en önemlisinin güç sürecinin
bozulması olduğunu tartışmıştık.) Eğer sistem
kendisini ayakta tutmak için insan davranışı üzerinde
yeterli kontrol uygulamayı başarırsa, insanlık tarihinde
yeni bir dönüm noktasına gelinecektir. Önceden
insanın tahammül sınırının toplumların gelişmesini
kısıtlaması gibi (bunu 143-144. paragraflarda da
açıklamıştık) endüstriyel-teknolojik toplum da ya
psikolojik ya biyolojik ya da her iki metot sayesinde
insanoğlunu değiştirerek bu kısıtlama gücüne sahip
olacaktır. Gelecekte toplumsal sistemler, insanların
ihtiyaçlarına göre düzenlenmeyecektir. Bunun yerine,
insanlar sistemin ihtiyaçlarına uydurulacaktır.(27)

152. Genel olarak, insan davranışı üzerindeki
teknolojik kontrol, büyük ihtimalle totaliter bir maksat
ya da insan özgürlüğünü kısıtlayacak bilinçli bir istek
içermeyecektir.(28) İnsan aklını kontrol altına alacak
her yeni adın toplumun karşı karşıya olduğu bir
probleme mantıklı bir çözüm olarak ele alınacaktır;
alkolizmi tedavi etmek, suç oranını düşürmek ya da
genç insanları bilim ve mühendislik öğrenmeye teşvik
etmek gibi. Bir çok durumda insancıl bir gerekçe de
olacaktır. Örneğin, bir psikiyatrist depresyondaki bir
hastasına bir anti-depresyon reçetesi yazarsa, ona bir
iyilik etmiş olur. İhtiyacı olan birine ilaç vermemek
insanlık dışıdır. Aileler çocuklarını derslerinde azimli
olmaya yönelsinler diye Slyvan Öğrenme
Merkezlerine gönderirken, bunu çocukların iyiliğini
düşündüğünden yapar. Bazı aileler iş sahibi olmak için
uzmanlık eğitimi gerekmemesini ve çocuklarının bir
bilgisayar uzmanı olmak üzere beyninin
yıkanmamasını diliyor olabilir. Ama ne yapabilirler?
Toplumu değiştiremezler ve eğer çocukları belli bazı
özelliklere sahip olmazsa ileride işsiz kalabilir.
Böylece onu Slyvan’a gönderirler.

153. Bu nedenle insan davranışı üzerinde kontrol,
otoritenin kararı ile değil, sosyal evrim süreci ile
başlayacaktır. (Ancak, bu oldukça HIZLI bir evrim
olacaktır.) Bu, karşısında direnilemeyecek bir süreç
olacaktır, çünkü her aşama, tek başına ele alındığında
yararlı görülecektir, ya da en azından ilerlemenin
oluşmasında yer alan kötülük yararlı görünecektir, ya
da en azından ilerlemenin yapılmadığı bir durumda
doğacak sonuçtan daha az zararlı görünecektir (bkz.
Paragraf 127). Örneğin propaganda, çocuklara yönelik
taciz ya da ırk düşmanlığını azaltmak gibi bir çok iyi
amaç için kullanılmaktadır(14). Cinsel eğitim elbette
çok yararlıdır, ne var ki, cinsel eğitimin etkisi (başarılı
olduğu ölçüye kadar) cinsel davranışların
biçimlenişini aileden alıp okul sistemi tarafından
temsil edilen devletin eline bırakacaktır.

154. Bir çocuğun büyüyünce suçlu olma olasılığını
attıran bir biyolojik özelliğin keşfedildiğini ve bir gen
terapisinin de bu özelliği yok edebileceğini farz
edin.(29) Elbette ki çocukları bu özelliğe sahip pek çok
aile onlara bu terapiyi uygulatacaktır. Aksine
davranmak insanlık dışı olur, çünkü eğer çocuk
büyüdüğünde bir suçlu olacaksa büyük olasılıkla kötü
bir yaşamı olacaktır. Ama çoğu ilkel toplumda, çocuk
yetiştirme de yüksek teknolojik metotları yahut sert
cezalandırma sistemleri olmamasına rağmen, bizim
toplumumuza oranla düşük bir suç oranı vardır.
Modern insanın, ilkel insandan doğuştan daha yırtıcı
olduğunu düşünmemiz için bir sebep olmadığına göre
toplumumuzdaki yüksek suç oranının nedeni, pek çok
kişinin adapte olamadığı ya da olmayacağı modern
koşulların insanlar üzerinde yaptığı baskı olmalıdır.
Bu yüzden potansiyel suç eğilimlerini yok etmek için
yapılan bir tedavi, bir bakıma insanların sisteme uyum
sağlamları için yeniden oluşturulması demektir.

155. Toplumumuz sisteme uygun olmayan herhangi
bir düşünce ya da davranış biçimine “hastalık” olarak
bakma eğilimindedir ve bu akla yakın bir tutumdur,
çünkü bir birey sisteme uyum sağlayamazsa bu durum
sisteme olduğu kadar bireye de sorun çıkarır. Bu
nedenle bir bireyin sisteme uyumunu sağlamak bir
“hastalığa çare” bulmak gibi görülür.

156. 127. paragrafta belirttiğimiz gibi teknolojik bir
buluşun kullanımı BAŞLANGIÇTA isteğe bağlı olsa
da, bu mutlaka isteğe bağlı KALACAK demek
değildir, çünkü yeni teknoloji, toplumu öyle değiştirir
ki birey için o teknolojiyi kullanmadan hareket etmek
zor ya da imkansız hale gelir. Bu insan davranışı
teknolojisi için de geçerlidir. Çoğu çocuğun çalışmaya
sevk edilmesi için programlara kayıt edildiği bir
dünyada, bir ebeveyn çocuğunu böyle bir programa
sokmaya neredeyse zorunludur, çünkü aksi takdirde
çocuğu büyüyünce kara cahil ve dolayısıyla işsiz
olabilir. Ya da hiçbir yan etkisi olmadan,
toplumumuzdaki çoğu insanın muzdarip olduğu
psikolojik stresi büyük ölçüde azaltacak bir biyolojik
tedavinin bulunduğunu farz edin. Eğer çok sayıda
insan bu tedaviyi görmeyi tercih ederse, toplumdaki
genel stres seviyesi düşecektir, böylece stres yaratan
baskıları çoğaltmak sistem için mümkün olacaktır.
Aslında, buna benzer bir şey zaten gerçekleşmiştir;
insanların streslerini azaltmalarını (ya da en azından
geçici olarak stresten kaçmalarını) sağlayan,
toplumumuzun en önemli psikolojik araçlarından biri
sayesinde yani kitle eğlencesi ile (bkz. Paragraf 147).
Kitle eğlence aracını kullanmamız “isteğimize
bağlıdır”. Hiçbir yasa bizi televizyon izlemeye, radyo
dinlemeye, dergi okumaya zorlamaz, yine de kitle
eğlencesi, çoğumuzun bağımlı hale geldiği bir kaçış
ve stres atma aracıdır. Herkes televizyonun
kötülüğünden bahseder, ama yine hemen hemen
herkes izlemeye devam eder. Birkaç kişi televizyon
alışkanlığına sahip değildir, ama kitle eğlencesinin
HİÇBİR şeklini kullanmadan yaşayan biri nadir
bulunur. (Aslında insanlık tarihinde kısa zaman
öncesine kadar çoğu kişi yerel topluluğun yarattığı
eğlencenin dışında bir şeye ihtiyaç duymadan gayet iyi
idare etmiştir.) Eğer eğlence endüstrisi olmasaydı,
sistem şu anda bize uyguladığı stres-üreten baskıyı
asla uygulayamazdı.

157. Endüstri toplumunun süreceğini düşünürsek,
teknolojinin en sonunda insan davranışı üzerinde tam
bir kontrole benzer bir şey elde edeceği muhtemeldir.
Hiç şüphe yok ki, insanın düşünüşü ve davranışı
çoğunlukla biyolojik bir temele dayanır. Deney yapan
kişilerce gösterildiği gibi açlık, memnuniyet, kızgınlık
ve öfke gibi duygular, beynin uygun kısımlarının
elektriksel uyarılması ile açılıp kapanabilirler. Anılar,
beynin belli kısımlarının tahrip edilmesi ile yok
edilebilir ya da elektriksel uyarma ile öne
çıkarılabilirler. İlaçlar ile halüsinasyonlar yaratılabilir
ya da ruh halleri değiştirilebilir. Cisimsiz bir insan
ruhu olabilir ya da olmayabilir, ama eğer varsa insan
davranışının biyolojik mekanizmalarından daha
güçsüz olduğu kesindir. Durum böyle olmasaydı,
araştırmacılar insan duygu ve davranışını ilaç ve
elektrikli akımlar ile bu kadar kolay yönlendiremezdi.

158. Herkesin yetkililerce kontrol edilebilmesi için
kafalarına elektrot yerleştirilmesinin herhalde imkanı
yoktur. Ama insan düşünce ve duyguların biyolojik
müdahaleye böylesine açık olduğu gerçeği gösteriyor
ki insan davranışını kontrol etme problemi aslında
teknik bir problemdir, bir nöron (sinir hücresi),
hormon ve kompleks molekül problemi; bilimsel
saldırıya açık türden bir problem. Toplumumuzun
teknik problemleri çözmedeki başarısına bakarsak,
insan davranışını kontrol etmede büyük ilerlemeler
yapılacağı pek muhtemeldir.

159. Halkın direnişi, insan davranışı üzerinde
teknolojik kontrolün başlamasını önleyebilir mi?
Böylesi bir kontrolü birden bire başlatmak için bir
atılım yapılırsa, elbette önler. Ama bu teknolojik
kontrol uzun bir küçük ilerlemeler dizisi şeklinde
olacağından, mantıklı ve etkili bir halk direnişi
olmayacaktır. (bkz. 127, 132, 153. paragraflar)

160. Tüm bunların bir bilimkurgu olduğunu
düşünenlere, dünün bilimkurgusunun bugünün gerçeği
olduğunu hatırlatırız. Sanayi Devrimi, insanın
çevresinde ve yaşam biçiminde köklü değişikliklere
yol açmıştır ve teknolojinin insan aklı ile vücuduna
giderek daha çok uygulandığı düşünülürse, insanın
kendisin de, çevresi ve yaşam biçimi kadar köklü bir
değişikliğe uğraması muhtemeldir.

İnsan Soyu Dönüm Noktasında

161. Ancak hikayemizi bir yana bırakalım. İnsan
davranışını kontrol etmek üzere laboratuarda
psikolojik ya da biyolojik teknikler geliştirmek
başkadır, bu teknikleri birleştirip işleyen bir sosyal
sisteme entegre etmek daha başkadır, bu teknikleri
birleştirip işleyen bir sosyal sisteme entegre etmek
daha başkadır. İkincisini başarmak daha zordur.
Örneğin, eğitim psikolojisi teknikleri geliştirildikleri
“laboratuar okullarda” gayet iyi sonuç vermektedir,
ancak bu demek değildir ki bizim eğitim sistemimize
de onları aynı başarıyla uygulamak kolay olacaktır.
Çoğu okulumuzun birbirine benzediğini hepimiz
biliriz. Öğretmenler, çocukların elinden bıçak ve
silahları almakla o kadar meşguller ki onları bilgisayar
uzmanı yapmak için son tekniklere maruz bırakmaya
hiç zamanları yok. Bu yüzden insan davranışlarıyla
ilgili tüm bilimsel ilerlemeye rağmen sistem şimdiye
dek insanları kontrol etmekte önemli ölçüde başarılı
olamamıştır. Davranışları tamamen sistemin kontrolü
altında olan insanlar “burjuva” denilen kesimdendir.
Ancak şu ya da bu şekilde sisteme başkaldıran gittikçe
artan bir insan topluluğu vardır: Gençlik çeteleri,
mezhep üyeleri, şeytana tapanlar, Naziler, radikal
çevreciler, çeşitli milis kuvvetleri vs.

162. Sistem sık sık varlığını tehdit eden belli başlı bazı
problemlerle umutsuz bir mücadeleye girişir; bunların
içinde insan davranış problemleri en önemlisidir. Eğer
sistem insan davranışı üzerinden kısa zamanda yeterli
bir kontrol sağlarsa, büyük olasılıkla varlığını
sürdürür. Aksi takdirde yok olur. Kanımızca bu konu
gelecek 40 ile 100 yıl içinde çözüme ulaşacaktır.

163. Farz edin ki sistem gelecek 40 ile 100 yıl içinde
doğacak olan krizi atlattı. O zaman kadar, bu
sorunların çözülmesi ya da en azından kontrol altına
alınması gerekecektir, özellikle başı çeken problem de
insanları “toplumsallaştırmak”tır, yani atalarından
miras kalmış davranışları istemi tehdit edemeyecek
duruma gelene dev insanları uysallaştırmak. Bu
başarıldıktan sonra, teknolojinin ilerlemesine karşı
başka bir engel çıkmayacak gibidir, ve büyük
olasılıkla mantıksal sonuna doğru ilerleyecektir, bu da
insanlar ve diğer tüm önemli organizmalar dahil
dünyadaki her şey üzerinde mutlak bir kontrol
anlamına gelmektedir. Sistem tek ve bölünmez bir
kuruluş haline gelebilir ya da az çok bölünerek, tıpkı
bugün devletin, kurumların ve diğer büyük
kuruluşların birbiriyle rekabet ve işbirliği ettikleri gibi
hem rekabet hem de işbirliği ilişkisi içinde bir arada
varolan kuruluşlardan meydana gelebilir. İnsan
özgürlüğü büyük ölçüde yok olmuş olacaktır, çünkü
gözetleme ve fiziksel baskı araçlarının yanı sıra,
insanları yönetmek için gelişmiş bir psikolojik ve
biyolojik araçlar silsilesi ve süper-teknoloji ile
silahlanmış büyük kuruluşlar karşısında bireyler ve
küçük gruplar aciz kalacaktır. Sadece az sayıda insan
gerçek güce sahip olacaktır, ancak bu insanların
özgürlüğü bile çok kısıtlı olacaktır, çünkü onların da
davranışları düzenlenecektir; tıpkı bugün
politikacılarımızın ve şirket yöneticilerinin, belli dar
sınırlar içinde davrandıkları sürece güçlerinin
koruyabildikleri gibi.

164. Sistemin krizi atlattıktan sonra insanları ve
doğayı kontrol etmek için yeni yeni teknikler
geliştirmeyi bırakacağını ve sistemin ayakta kalması
için daha fazla kontrolün artık gerekli olmayacağını
düşünmeyin. Tam tersine, zor zamanlar bir kere
atlatıldıktan sonra sistem insanlar ve doğa üzerindeki
kontrolünü daha da hızla arttıracaktır, çünkü şu anda
varolan türden engellerle artık karşılaşmayacaktır.
Varlığını sürdürmek, kontrolü genişletmek için tek
esas neden değildir. 87. ve 90. paragraflarda
açıkladığımız gibi teknisyenler ve bilim adamları
çoğunlukla yapay bir faaliyet içinde çalışacaklardır;
yani güce olan ihtiyaçlarını teknik problemler çözere
tatmin edeceklerdir. Ve bunu hiç azalmayan bir
coşkuyla yapmaya devam edeceklerdi, çözecekleri en
ilginç ve zor problemler de insan vücudunu ve aklını
anlamakla ve gelişimine müdahale etmekle ilgili
olanlar olacaktır, “insanlığın iyiliği” için elbette.

165. Ancak diğer taraftan, gelecek yılların stresinin
sisteme fazla geleceğini farz edelim. Eğer sistem
yıkılırsa bir “kaos dönemi”, tarihin geçmişte çeşitli
devirlerde kaydettiği türden bir “sorunlar dönemi”
yaşanabilir. Böyle bir sorunlar döneminden nelerin
doğacağını tahmin etmek imkansızdır, ama ne olursa
olsun insan ırkına yeni bir şans verilmiş olur. En
büyük tehlike yıkımdan bir iki yıl sonra endüstri
toplumunun kendini toparlamaya başlamasıdır.
Mutlaka bir çok kişi (özellikle de güce aç tipler)
fabrikaların yeniden çalışmasını isteyecektir.

166. Böylece, endüstriyel sistemden nefret edenler
için iki önemli görev vardır. İlk olarak, bir devrimin
mümkün olabilmesi için sistemin yıkılması ya da
yeterince zayıflaması olasılığını arttırmak üzere sistem
içindeki sosyal sıkıntıları çoğaltmak için çalışmalıyız.
İkinci olarak, sistem yeterince güçten düştüğünde
teknolojiye ve endüstri sistemine karşı bir ideoloji
geliştirmek ve onu yaymak gerekmektedir. Böyle bir
ideoloji, endüstriyel sistem yıkıldığı zaman
kalıntılarının tamir edilemez ölçüde hasar göreceğini
ve böylece sistemin bir daha yapılanamayacağını
güvenceye almaya yardım edecektir. Fabrikalar
yıkılmalı, bilimsel kitaplar yakılmalıdır, vs.

167. Endüstriyel toplum, bütünüyle devrimci bir
eylem sonucu yıkılmayacaktır. Zaten, kendi içindeki
gelişme sorunları, çok ciddi zorluklara yol açmadan
devrimci bir saldırıya açık da olmayacak. Yani eğer
sistem yıkılırsa bu ya kendiliğinden olacak, ya da
devrimcilerin yardımcı olacağı yarı spontane bir süreç
yoluyla olacak. Eğer yıkım ani olursa, çok insan
ölecek, çünkü dünyanın nüfusu öylesine arttı ki, bu
nüfusun ileri teknoloji olmadan beslenmesi olanaksız.
Yıkım yavaş yavaş olsa ve böylece nüfus, doğum
oranının azalması ve ölüm oranının artması yoluyla
azalsa bile endüstrisizleşme süreci pek çok acıya
neden olacak. Teknolojinin, yumuşak, düzenli bir
şekilde yok edileceğini düşünmek özellikle de
teknoloji severler her adımda inatla karşı
koyacağından, saflık olur. Tüm bunlardan ötürü,
sistemin yıkılması için çalışmak acımasızlık mıdır?
Belki evet, belki hayır. İlk olarak, devrimciler sistemi
zaten sonunda kendi kendine yıkılabilecek kadar
sorunlu hale gelmedikçe yıkamayacaklar ve sistem
büyüdükçe, çöküşünün sonuçları da o denli felaket
olacak; bu yüzden devrimciler çöküşün başlangıcını
çabuklaştırarak bu felaketin derecesini azaltmış
olacaklar.

168. İkinci olarak, kişi özgürlüğün ve onurun
kaybıyla, mücadele ve ölümü dengelemelidir.
Çoğumuz için, özgürlük ve onur, uzun bir yaşamdan
ya da fiziksel acıların engellenmesinden daha
önemlidir. Üstelik, hepimiz bir gün öleceğiz ve yaşam
ya da başka bir neden için ölmek, uzun ama boş ve
amaçsız bir yaşamdan daha iyi olabilir.

169. Üçüncü olarak, sistemin devamının, çöküşünden
daha az acıya neden olacağı hiç de kesin değildir.
Sistem çoktan tüm dünyada yoğun acılara neden oldu;
hala da neden olmaya devam ediyor. Yüzlerce yıldır
insanlara birbirleriyle ve çevreleriyle doyurucu bir
ilişki sağlayan eski kültürler, endüstriyel toplumla
ilişkileri sonucu yok oldular; sonuç ise, koca bir
ekonomik, çevresel, sosyal ve psikolojik sorunlar
bütünü oldu. Endüstriyel toplumun devreye girmesin
etkilerinden biri de, dünyanın çoğunda, geleneksel
nüfus kontrolünün devreden çıkması oldu. İşte tüm
yönleriyle nüfus patlaması ortadadır. Bir de, talihli
olduğu varsayılan Batı ülkelerindeki psikolojik acılar
var (bkz. 44-45. paragraflar). Kimse, ozon
tabakasındaki deliğim, sera etkisinin ve henüz
bilinemeyen diğer çevre sorunlarının sonunda ne
olacağını bilmiyor. Ve, nükleer kullanımının
artışından da görüleceği gibi, yeni teknoloji
diktatörlerin veya sorumsuz Üçüncü Dünya
ülkelerinin elinden kurtarılamıyor. Irak ya da Kuzey
Kore’nin genetik mühendisliği ile neler yapabileceğini
tartışmak ister misiniz?

170. “Aaaa!” diyecek teknoloji severler, “bilim
hepsini halledecek! Kıtlığı yenecek, psikolojik
sorunları ortadan kaldıracağız, herkesi mutlu ve
sağlıklı yapacağız!” Tabii, ne demezsiniz. Bunu 200
sene önce de söylüyorlardı. Endüstri Devrimi güya
fakirliği yok edecek, herkesi mutlu edecekti vb.
Sonuç, gerçekte çok farklı oldu. Teknoloji severler,
toplumsal sorunları anlamada umutsuzca saflar (ya da
kendilerini kandırıyorlar). Büyük bir değişiklik
(yararlı gözükenler bile) bir topluma girdiğinde, çoğu
tahmin edilemeyecek, uzun bir değişiklikler zincirine
yol açar (103. paragraf); bu gerçeğin farkında değiller
(ya da göz ardı etmeyi tercih ediyorlar). Sonuç
toplumun yıkılışıdır. Bu yüzden, teknoloji severlerin,
fakirlik ve hastalığa bir son vermek, sağlıklı mutlu
insanlar yaratmak vb. yolundaki çabalarının, şu
andakinden bile daha sorunlu toplumsal düzenler
yaratması olası. Örneğin, bilim adamları teknik olarak
düzenlenmiş, yeni gıdalar üreterek kıtlığı
durduracaklarının söyleyip övünüyorlar. Oysa bu,
insan nüfusunun sürekli artmasına neden olacak ve
kalabalığın da stres ve saldırganlığı arttırdığı gayet iyi
biliniyor. Buysa, TAHMİN EDİLEBİLİR sonuçlardan
yalnızca biri. Geçmişteki deneyimlerin de gösterdiği
gibi, teknik ilerlemenin tahmin EDİLMEZ yeni
sorunlara yol açacağını vurguluyoruz (103. paragraf).
Aslında, Endüstri Devrimi’nden bu yana, teknoloji,
eski sorunları çözdüğünden daha hızlı bir biçimde yeni
sorunlar üretiyor. Yani, teknoloji severlerin Parlak
Yeni Dünyalarını kusurlardan arındırmaları, uzun bir
hata ve sorgulama süreci gerektirecek. Bu arada büyük
acılar çekilecek. Bu yüzden de, endüstriyel toplumun
devamının, yıkılışından daha az azıya yol açacağı
kesin değildir. Teknoloji, insanları dönüşü olmayan
bir yola sokmuştur.

Gelecek

171. Şimdi, endüstriyel toplumun önümüzdeki birkaç
on yıl için devam ettiğini ve kusurlarından
arındırıldığını, kusursuz işlediğini düşünelim. Bu nasıl
bir sistem olacaktır? Çeşitli olasılıkları göz önüne
alalım.

172. Öncelikle bilgisayar bilimcilerinin, her şeyi
insanlardan daha iyi başaran akıllı makineler yapmayı
başardıklarını varsayalım. Bu durumda bütün işler iyi
organize edilmiş, büyük makine sistemleri tarafından
gerçekleştirilecek ve insan gücü gerekli olmayacaktır.
Makinelerin, tüm kararları insan gözetimi olmadan
almasına izin verilecektir ya da insanların makine
üzerindeki kontrolü ellerinde tutmaları mümkün
olabilecektir.

173. Eğer tüm karar yetkisi makinelere verilirse,
bunun sonuçları hakkında tahminde bulunamayız,
çünkü bu tür makinelerin nasıl davranacağını tahmin
etmek olanaksız. Biz yalnızca insan ırkının kaderinin,
makinelerin elinde olacağına işaret ediyoruz. İnsan
ırkının tüm gücü makinelere devredecek kadar aptal
olmayacağı iddia edilebilir. Ancak biz ne insan ırkının
gönüllü olarak gücü makinelere devredeceğini ne de
makinelerin kendi istekleriyle gücü ellerine
alacaklarını iddia ediyoruz. Bizim iddia ettiğimiz şey
şudur: İnsan ırkı kolayca kendini makinelere bağlılığa
sürüklenmiş halde bulabilir ve makinelerin kararlarını
kabul etmekten başka hiçbir pratik seçimi
kalmayabilir. Toplum ve onun karşılaştığı sorunlar
karmaşıklaştıkça ve makineler gitgide akıllandıkça
insanlar onlara daha fazla karar verme yetkisi verirler,
çünkü makinelerin kararları, insanlarınkinden daha iyi
sonuçlar getirir. Sonunda, sistemi işletebilmek için
gerekli olan kararlar öyle karmaşıklaşabilir ki, insanlar
onları gereğince yapacak kapasitede olmayabilir. Bu
aşamada makineler etkin bir kontrol sahibi olacaktır.
İnsanlar makineleri pat diye kapatmayacaktır, çünkü
onlara öyle bağımlı hale geleceklerdir ki, makineleri
kapatmak intihar anlamına gelebilecektir.

174. Diğer yandan, makineler üzerindeki insan
kontrolünün elde tutulması da mümkündür. Bu
durumda, ortalama insan kendine ait arabası ya da
kişisel bilgisayarı gibi bazı makineleri kontrol edebilir,
ancak geniş sistemlerin üstündeki kontrol seçkin bir
azınlığın elinde olacaktır. Bugün de olduğu gibi, ama
iki farkla. Gelişmiş tekniklere bağlı olarak seçkin
kesim kitleler üzerinde daha fazla kontrol sahibi
olacaktır ve insan emeği artık gerekli olmayacağından,
kitleler sistem üzerinde gereksiz bir yük olacaktır.
Seçkin kesim acımasız olursa kitleleri yok etme kararı
da alabilir. Eğer insancılsa, insan neslinin, dünyayı
seçkinlere bırakmak üzere tükenmesine dek doğum
oranının düşürülmesine yönelik propaganda veya
diğer psikolojik veya biyolojik teknikler
kullanabilirler. Ya da, seçkin kesim yumuşak kalpli
liberallerden oluşuyorsa, insan ırkının geri kalanına
karşı iyi çobanlar rolünü oynamaya karar verebilirler.
Herkesin fiziksel ihtiyaçlarının karşılanmasını, tüm
çocukların psikolojik olarak sağlıklı koşullarda
yetişmesini, herkesin kendisini meşgul edecek yararlı
birer hobisinin olmasını ve tatmin olmayanların
“sorun”larını çözmek üzere “tedavi” görmesini
sağlayabilirler. Elbette yaşam öylesine amaçsız
olacaktır ki, insanlar, ya güç süreçlerini ortadan
kaldırmak ya da güç dürtülerini zararsız bir hobiye
“yöneltmek” üzere biyolojik veya psikolojik olarak
yeniden üretilmek zorunda kalacaklardır. Böylesi
fabrika ürünü insanlar, bu tür bir toplumda mutlu
olabilir ama çok açık ki, özgür olmayacaklardır. Evcil
hayvanlar seviyesine indirgenmiş olacaklardır.

175. Ama şimdi de, bilgisayar bilimcilerin yapay zeka
geliştirmeyi başaramadığını, insan gücünün gerekli
olduğunu varsayalım. O zaman bile makineler gittikçe
basit işleri daha çok ele geçirecek; böylece işsizler
ordusu gittikçe büyüyecektir. (Bunu bugün bile
görüyoruz. Entelektüel ve psikolojik nedenlerden
ötürü, bugün iş bulabilmek için gerekli eğitimden
geçemeyen ve iş bulması zor ya da olanaksız olan çok
insan vardır.) İş bulanlardan ise, gittikçe daha çok şey
talep edilecektir: Gittikçe daha fazla eğitime
ihtiyaçları olacak, daha fazla yetenekli, daha güvenilir,
sağlıklı ve itaatkar olmaları gerekecektir; çünkü
gittikçe daha büyük, dev bir organizmanın hücreleri
haline geleceklerdir. İşleri gittikçe daha fazla
uzmanlık işi olacak, böylece de bir anlamda gerçek
dünyayla kopuk, gerçeğin yalnızca küçücük bir
bölümüne yoğunlaşmış olacaklardır. Sistem insanları
sağlıklı, sistemin gerektirdiği yeteneklere sahip ve güç
dürtüsünü, uzmanlık isteyen bir işe “yönlendiren” hale
getirmek için gerek psikolojik gerek biyolojik tüm
araçları kullanacaktır. Ancak böyle insanlardan oluşan
bir toplumun sağlıklı olacağı ifadesi tartışma götürür.
Sistem, rekabeti, kendi ihtiyaçlarına hizmet edecek
kanallara yönlendirildiği sürece yararlı bulabilir.
Prestij ve güç için bitmez tükenmez bir rekabetin
olduğu bir gelecek toplumu hayal edebiliriz. Ancak
çok çok az insan, gerçek gücün bulunduğu zirveye
ulaşabilecektir. (bkz. 163. paragraf) İnsanların,
diğerlerini yolundan itip geçerek ve böylece
ONLARIN güç şanslarını ellerinden alarak kendi güç
gereksinimlerini giderdikleri bir toplum çok iğrençtir.

176. İnsan, tartıştığımız olasılıkların birden fazlasını
bir araya getiren başka senaryolar da üretilebilir.
Örneğin, makineler gerçek, pratik anlamı olan tüm
işleri alabilir; insanlar da nispeten önemli işler
verilerek oyalanabilir. Örneğin, hizmet endüstrisinin
gelişmesinin insanlara önemli düzeyde iş sağlayacağı
öne sürülmüştür. Yani, insanlar, birbirlerinin
masalarına bakarak vb. zaman harcayacaklardır. Bu
bize insan soyunun sonu açısından son derece rezil
görünüyor; ayrıca pek çok insanın böylesine amaçsız
işleri tatmin edici bulmayacağını düşünüyoruz.
İnsanlar, bu tür bir yaşama uymak için biyolojik ve
psikolojik olarak düzenlemedikleri sürece, başka,
tehlikeli dışavurum yolları (uyuşturucu, suç, “kültler”,
nefret grupları) arayacaklardır.

177. Yukarıda özetlenen senaryoların tüm olasılıkları
sergilemediğini söylemeye gerek yok. Bunlar yalnızca
bize en olası gelenler. Ama bizim söylediklerimizden
daha hoş hiçbir mantıklı senaryo aklımıza gelmiyor.
Çok büyük olasılıkla, endüstriyel-teknolojik sistem
önümüzdeki 40 ile 100 yıl içinde ayakta kalabilirse, o
zamana dek bazı özelliklere sahip olacaktır: Bireyler
(özellikle de “burjuva” türü insanlar, yani sistemle
bütünleşmiş ve onu işleten, bu yüzden de tüm güce
sahip kişiler), büyük kuruluşlara her zamankinden
daha fazla bağımlı hale geleceklerdir; her
zamankinden daha “toplumsallaşmış” olacaklardır ve
onların fiziksel ve zihinsel özellikleri de şansın (ya da
tanrısal iradenin ya da her neyinse) sonuçları değil,
büyük oranda onlara verilmiş özellikler olacaktır;
vahşi doğadan geriye kalan her şey de bilimsel
çalışma için saklanan ve bilim adamlarının denetim ve
yönetimi altında tutulan kalıntılara indirgenecektir
(bundan ötürü, artık gerçek anlamda vahşi
olmayacaktır). Uzun vadede (diyelim ki, bundan
birkaç yüzyıl sonra), ne insan ırkı ne de diğer önemli
organizmalar, bizim bugün onları bildiğimiz biçimde
varolmayacaklardır. Çünkü organizmaları, genetik
mühendisliği yoluyla değiştirmeye başlandı mı,
herhangi bir noktada durmak için hiçbir şey yok, bu
yüzden de bu değişimler büyük olasılıkla insanlar ve
diğer organizmalar bütünüyle farklılaşıncaya kadar
devam edecektir.

178. Konu ne olursa olsun, teknolojinin insanlara,
doğal seçimin insan ırkını fiziksel ve psikolojik açıdan
hazırladığı koşullardan tamamıyla farklı bir fiziksel ve
sosyal ortam yarattığı kesin. Eğer insan bu koşullara
yapay bir şekilde üretilmiş olarak uyum sağlayacaktır.
İlk olasılık ikincisinden daha olasıdır.

179. Tüm bu kokuşmuş sistemi yıkıp sonuçlarına
katlanmak çok daha iyidir.

Strateji

180. Teknoloji severler, hepimizi bilinmeyene doğru
tam anlamıyla çılgın bir maceraya sürüklüyorlar. Çoğu
insan teknolojik ilerlemenin bize neler yaptığını
kısmen anlıyor ama bunun kaçınılmaz olduğunu
düşündüğü için buna karşı pasif bir tavır alıyor. Ama
biz (FC) bunun kaçınılmaz olduğunu düşünmüyoruz.
Bizce bu durdurulabilir ve bunu durdurmanın bazı
yollarını göstereceğiz.

181. 166. paragrafta da belirttiğimiz gibi, şu anda iki
önemli görev var: Endüstriyel toplumdaki toplumsal
gerilimi ve istikrarsızlığı arttırmak ve teknoloji ile
endüstriyel sisteme karşı bir ideoloji yaymak. Sistem
yeterince istikrarsız ve gerilimli olduğunda,
teknolojiye karşı bir devrim mümkün olabilir.
Buradaki yöntem, Fransız ve Rus Devrimlerindeki
yöntemlere benzeyecektir. Fransız ve Rus
toplumlarında, devrimden önceki birkaç on yılda,
gittikçe artan zayıflama ve bunalım belirtileri olarak
görülüyordu.bu arada da, çok farklı bir dünya vadeden
ideolojiler geliştiriliyordu. Rus Devrimi örneğinde,
devrimciler eski düzenin kuyusunu kazmaya
çalışıyorlardı. Daha sonra, eski düzen yeterince
bunalıma girdiğinde (Fransa’da mali kriz, Rusya’da
askeri bozgun), bir devrimle yıkıldı. Bizim
önerdiğimiz de aynı çizgide bir şey.

182. Fransız ve Rus devrimlerinin başarısız olduğu
yolunda bir itiraz yükselebilir. Ancak çoğu devrimini
iki amacı vardır. Birinci amaç, toplumun eski yapısını
yıkmak; ikincisi ise, devrimciler tarafından öngörülen
yeni bir toplum kurmaktır. Fransız ve Rus devrimleri
yeni bir toplum kurmayı (iyi ki!) başaramadılar, ancak
eski toplumu yıkma konusunda oldukça başarılıydılar.
Bizim, yeni, ideal bir toplum kurmanın olasılığı
hakkında yanılsamalarımız yok. Bizim tek amacımız,
varolan toplum yapısını yıkmak.

183. Ancak, coşkun bir destek alabilmesi için, bir
ideoloji olumsuz bir idealin yanı sıra, olumlu bir
ideale de sahip olmalıdır: Bir şeye KARŞI olduğu
kadar, bir şeyden de yana olmalıdır. Bizim
önerdiğimiz olumlu ideal Doğa'dır. Yani, Vahşi Doğa:
Yeryüzünün, insan yönetiminden, denetiminden ve
müdahalesinden bağımsız olarak canlılarıyla birlikte
varlığını sürdürmesi ideali. Vahşi doğaya insan
doğasını da dahil ediyoruz, yani bireyin organize
toplumun düzenlemelerine tabi olmayan ama şahsın,
özgür iradenin ya da tanrının (dini ya da felsefi
görüşlerinize bağlı) bir yaratısı olan işlevlerini.

184. Doğa birçok nedenden ötürü tam anlamıyla
mükemmel bir teknoloji karşıtı idealdir. (Sistemin
gücü dışında kalan) Doğa, (sürekli sistemin gücünü
arttırmaya çalışan) teknolojinin tam karşıtıdır. Çoğu
insan doğanın güzel olduğunda hem fikirdir; doğanın
kesinlikle büyük bir çekiciliği vardır. Radikal
çevreciler, daha ŞİMDİDEN doğayı öven ve
teknolojiye karşı çıkan bir ideolojiye sahipler. (30)
Doğanın yararı için birtakım hayali ütopyalar veya
yeni toplumsal düzenler ortaya atmanın gereği yok.
Doğa kendi başının çaresine bakar: O, tüm insan
toplumlarından çok daha önce ortaya çıkan
kendiliğinden bir yaratıydı ve sayılamayacak kadar
çok yüzyıl boyunca birlikte yaşadılar. Ancak Endüstri
Devrimi'nden sonra, insan toplumunun doğa
üzerindeki etkisi yıkıcı olmaya başladı. Doğa
üzerindeki baskıyı kaldırmak için özel bir sosyal
sistem yaratmak gerekli değil, yalnızca endüstriyel
toplumdan kurtulmak gerekir. Tabii ki, bu tüm
sorunları çözmeyecek. Endüstriyel toplum doğaya
çoktan büyük zarar verdi ve yaraların sarılması zaman
alacak. Bunun yanı sıra, endüstri-öncesi toplumlar da
doğaya önemli zararlar vermiş olabilir. Yine de,
endüstriyel toplumun yok edilmesi büyük oranda bir
başarı olacak. Bu, yaralarını sarabilmesi için, doğanın
üzerindeki en kötü baskıyı ortadan kaldıracak;
organize toplumun doğa üzerindeki kontrolünü (insan
doğası dahil) giderecek. Endüstriyel sistemin
çözülüşünden sonraki toplumun biçimi ne olursa
olsun, insanların doğaya yakın yaşayacağı kesin;
çünkü ileri teknoloji olmadığında insanların
YAŞAYABİLMELERİNİN başka yolu yoktur.
Beslenmek için çiftçi veya sığırtmaç veya balıkçı veya
avcı vb. olmak zorundadırlar. Ve genelde yerel
bağımsızlık artma eğilimi göstermeli, çünkü ileri
teknoloji ve hızlı iletişimin yokluğu devletlerin ve
diğer büyük kuruluşların yerel topluluklar kontrol
etme yetisini sınırlayacaktır.

185. Endüstriyel toplumun ortadan kaldırılmasın
olumsuz sonuçlarına gelince: Bir şey i elde etmek için
diğerlerini feda etmelisiniz.

186. insanların çoğu psikolojik çatışmadan nefret eder.
Bu nedenle zor toplumsal konularda ciddi olarak
düşünmekten kaçınıp, onlara, basit, siyah beyaz
terimlerle sunulan konuları severler: BU bütünüyle iyi
ve ŞU bütünüyle kötü. Bu nedenle devrimci
düşünceler iki düzeyde geliştirilmelidir.

187. Daha olgun bir düzeyde, ideoloji; akıllı,
düşünceli ve mantıklı kişilere hitap etmelidir. Amaç,
endüstriyel sisteme akılcı, düşünülmüş bir temelde,
ilgili, sorunların ve belirsizliklerin ve sistemi yok
etmenin bedelinin farkında olarak karşı çıkan bir
insanlar topluluğu oluşturmaktır. Bu tür insanları
çekmek özel olarak önemlidir, çünkü bu insanlar akıllı
insanlardır ve diğerlerin etkilemekte yararlı olabilirler.
Bu insanlara olabildiğince akılcı bir düzlemde hitap
edilmelidir. Gerçekler asla kasten çarpıtılmamalı ve
ölçüsüz bir dilden kaçınılmalıdır. Bu, duygulara hiç
hitap edilmeyeceği anlamına gelmez ama böylesi bir
seslenişte bulunurken, gerçeklerin çarpıtılmamasına ya
da ideolojinin entelektüel saygınlığına zarar verecek
hiçbir şeyin yapılmamasına çok dikkat edilmelidir.

188. Daha alt düzeyde, ideoloji; düşünmeyen
çoğunluğun teknoloji ile doğa arasındaki çatışmayı
anlayabileceği kesin terimler içeren basitleştirilmiş bir
şekilde yayılmalıdır. Ancak bu düzeyde bile, ideoloji;
insanları düşünceli ve akılcı haline
yabancılaştırabilecek, bayağı, özensiz veya mantık dışı
bir dille ifade edilmemelidir. Ucuz, özensiz
propaganda bazen kısa vadeli kazanımlara yol açsa da;
uzun vadede, daha iyi propaganda yapan birilerini
görür görmez fikrini değiştirecek, düşünmeyen bir
kuru kalabalığın tutkusunu uyandırmak yerine, az
sayıda, kendini davasına akıllıca adamış insanlara
sahip olmak daha iyidir. Ancak ayak takımına hitap
etmek; sistem çöküşün eşiğine geldiği ve rakip
ideolojiler arasındaki son bir çatışma sonucu
belirleyeceği zaman gerekli olabilir.

189. Nihai mücadelenin öncesine kadar, devrimciler
çoğunluğu yanlarına çekmeyi ummamalıdır. Tarih,
genelde ne istediğini bile tam olarak bilmeyen
çoğunluklar tarafından değil, kararlı ve etkin azınlıklar
tarafından yazılır. Devrim için son çatışma anı
gelinceye dek,(31) devrimcilerin görevi, çoğunluğun sığ
desteğinden çok, fedakar insanlardan oluşan küçük bir
ana grup ortaya çıkarmaktır. Çoğunluğa gelince, onları
yeni bir ideolojinin varlığından haberdar etmek ve
bunu sık sık anımsatmak yeterlidir; ama tabi ki,
gerçekten adanmış insan grubunu zayıflatmadan
yapılabildiği takdirde, çoğunluğun desteğini çekmek
de yararlıdır.

190. Her tür çatışma, sistemi istikrarsızlaştırır ama
kişi, hangi çatışmaları körüklediğine dikkat etmelidir.
Çatışma çizgisi, halk kitleleriyle, endüstriyel toplumun
gücünü elinde tutan seçkin kesimler (politikacılar,
bilim adamları, üst düzey iş yöneticileri, devlet
yetkilileri vb.) arasında çizilmelidir. Çizgi, devrimciler
ile halk kitleleri arasında ÇİZİLMEMELİDİR.
Örneğin, devrimcilerin tüketim alışkanlıklarından
dolayı Amerikalıları suçlaması kötü bir stratejidir.
Aksine, ortalama bir Amerikalı, ihtiyaç duymadığı bir
sürü saçmalık satın alması için kendisini aldatan
reklamcılık ve pazarlama endüstrisinin bir kurbanı
olarak gösterilmelidir ve tüm aldığı malların
özgürlüğünün kaybı karşısında çok zayıf bir teselli
olduğu belirtilebilir. Her iki yaklaşım da gerçeklere
uygundur. Halkı sömürdüğü için reklamcılık
endüstrisini suçlamanız ya da halka sömürülmeye izin
verdiği için kızmanı yalnızca bir tavır sorunudur.
Stratejik açıdan genelde toplumu suçlamaktan
kaçınılmalıdır.

191. Kişiler, seçkinler (teknolojiyi elinde tutanlar) ile
genel halk (teknolojik olarak gücün dayatıldığı)
arasındaki çatışma dışındaki diğer toplumsal
çatışmaları teşvik etmeden önce iki kez
düşünmelidirler. Bir kere, diğer çatışmalar ilgiyi
önemli çatışmalardan (güçlü seçkinlerle sıradan halk
arasındaki, teknoloji ile doğa arasındaki) saptırır; diğer
taraftan da diğer çatışmalar teknolojikleşmeyi teşvik
eder; çünkü iki taraf da, rakibine karşı avantajlı olmak
için teknolojik güç kullanmak ister. Bu, ülkeler
arsındaki rekabetlerde açıkça görülür. Örneğin,
Amerika’daki birçok zenci lideri, Afrikalı
Amerikalıları teknolojiyi elinde tutan güçlü seçkin
kesimin yerine geçirerek güç kazanmaya çalışıyor.
Her yerde zenci devlet memurlarının, bilim
adamlarının, şirket yöneticilerinin vb.nin olmasını
istiyorlar. Bu şekilde Afro-Amerikan kültürünün,
teknolojik sistem tarafından yutulmasına yardım
ediyorlar. Genel olarak kişiler, yalnızca güçlü
seçkinlerle sıradan insanların ve teknolojiyle doğanın
çatışması çerçevesindeki çatışmaları desteklemelidir.

192. Ancak, etnik çatışmalara karşı çıkmanın yolu,
azınlık haklarının militanca savunulması değildir. (21-
29. paragraflara bakınız) Aksine, devrimciler şunu
vurgulamalıdır: Azınlıklar gerçekten daha fazla
dezavantaja sahiplerse de, bu dezavantaj yalnızca
yüzeysel bir öneme sahiptir. Gerçek düşmanımız
endüstriyel-teknolojik sistemdir ve sisteme karşı
mücadelede etnik farklılıkların bir önemi yoktur.

193. Kafamızdaki devrim ille de devlete karşı silahlı
bir ayaklanma gerektirmiyor. Fiziki şiddet içerebilir
veya içermeyebilir, ancak POLİTİK bir devrim
olmayacaktır. Odak noktası, teknoloji ve ekonomi
olacaktır, politika değil.(32)

194. Endüstriyel sistem tehlike noktasına gelinceye ve
insanların çoğunun gözünde başarısız oluncaya dek,
devrimciler yasal ya da yasa dışı yollarla gücü ellerine
geçirmekten KAÇINMALIDIRLAR. Bir “yeşiller”
partisinin, ABD Senatosu’nda yapılan bir seçimle
yönetimi eline aldığını varsayalım. İdeolojilerine
ihanet etmekten veya ideolojilerini sulandırmaktan
kaçınmak için, ekonomik büyümeyi, ekonomik
küçülmeye çevirmek yolunda şiddetli önlemler
alacaklardır. Bunun ortalama insan üzerindeki etkileri
facia olacaktır: Yaygın bir işsizlik, kıtlık vb. Daha
büyük olumsuz etkiler önlenebilse bile, insanlar
bağımlısı oldukları lüks alışkanlıklarından vazgeçmek
zorunda kalacaklardır. Tatminsizlik büyüyecek ve
“yeşiller” partisi kongreden atılacak ve devrimciler,
şiddetli bir geri çekilme yaşayacaklardır. Bu yüzden,
her türlü başarısızlığın devrimcilerin politikalarından
değil de endüstriyel sistemin kendisinden
kaynaklandığı görülünceye dek devrimciler politik güç
kazanmaya çalışmamalıdırlar. Teknolojiye karşı bir
devrim, sistemin üstündekiler tarafından değil,
altındaki ve dışındakiler tarafından yapılan bir devrim
olacaktır.

195. Devrim, uluslararası ve dünya çapında olmalıdır.
Ülkeden ülkeye yayılma temelinde yürütülemez.
Örneğin, ne zaman ABD'de teknolojik ilerlemenin ya
da ekonomik büyümenin biraz kısıtlanması öne
sürülse, insanlar histeri krizlerine tutulup, teknolojide
geri kalırsak Japonların bizi geçeceğini söylüyorlar.
Kutsal robotlar! Japonlar bizden daha çok araba
satarsa, dünya yörüngesinden fırlar! (Milliyetçilik,
teknolojinin en önemli destekçilerindendir.) Daha da
mantıklısı, görece demokratik uluslar geri kalırken
Çin, Vietnam ve Kuzey Kore gibi diktatörlükle
yönetilen uluslar ilerlerse, sonunda diktatörlerin
dünyaya hakim olacağı iddia edilebilir. Bu da
endüstriyel sisteme mümkün olduğunca her yerde aynı
zamanda saldırılmasının bir nedeni. Doğru,
endüstriyel sistemin her yerde aynı zamanda
yıkılacağının bir garantisi yok ve sistemi yıkma
girişiminin diktatörlerin egemenliğine yol açması bile
mümkün. Ama bu, göze alınması gereken bir risk.
Göze alınması da gerekir, çünkü, “demokratik” bir
endüstriyel sistemle, diktatörlerin yönettiği endüstriyel
sistem arasında, endüstriyel olan ve olmayan sistemler
arasında olduğundan çok daha az bir fark vardır.(33)
Diktatörlerin yönettiği sistemler genelde başarısız
olduğundan, böyle bir endüstriyel sistemin tercih
edilebilir olduğu bile iddia edilebilir, çünkü yıkılma
olasılıkları daha fazla olacaktır. Küba’ya bakın.

196. Devrimciler, dünya ekonomisini birbirine
bağlayan anlaşmaları desteklemeyi düşünmelidirler.
NAFTA veya GATT gibi serbest ticaret anlaşmaları
kısa vadede doğaya zarar verebilir, ancak ülkelerarası
ekonomik bağımlılığı güçlendirdiğinden uzun vadede
yararlı olabilir. Güçlü bir ulusun yıkılmasının tüm
endüstriyel ulusların yıkılmasına yol açacağı denli
birleşik bir dünya ekonomisi oluşursa, sistemi dünya
çapında yıkmak daha kolay olur.

197. Bazı kişiler, modern insanın çok fazla gücü
olduğunu, doğa üstünde kontrolünün çok fazla
olduğunu iddia ediyor ve daha pasif bir tutumu
savunuyorlar. Bu kişiler en iyi ihtimalle kendilerini iyi
ifade edemiyor olmalılar çünkü BÜYÜK
KURULUŞLAR için olan güç ile BİREYLER ve
KÜÇÜK GRUPLAR için olan gücü birbirinden ayırt
edemiyorlar. Güçsüzlüğü ve pasifliği savunmak
hatadır çünkü insanların GÜCE ihtiyaçları vardır.
Ortak bir vücut olarak insanın –yani, endüstri
sisteminin- doğa üstünde sonsuz bir gücü var ve biz
(FC) bunun zararlı olduğuna inanıyoruz. Ama modern
BİREYLER ve BİREYLERİN KÜÇÜK GRUPLARI
ilkel adamın sahip olduğundan çok daha az güce
sahiptirler. Genel olarak, “modern insanın” doğa
üstündeki muazzam gücü bireyler ya da küçük gruplar
tarafından değil büyük kuruluşlar tarafından
kullanılmaktadır. Ortalama modern BİREY
teknolojiden bir dereceye kadar yararlanabilir. Ancak
sistemin denetimi ve kontrolü altında ve ancak dar
sınırlar içinde bu hak ona verilir. (Her şey için izin
gereklidir ve bu izin beraberinde kural ve
düzenlemeleri getirir.) Birey sadece sistemin ona
vermeyi uygun gördüğü bazı teknolojik güçlere
sahiptir. Doğa üstündeki KİŞİSEL gücü önemsizdir.

198. İlkel BİREYLERİN ve KÜÇÜK GRUPLARIN
aslında doğa üstünde epeyce bir gücü vardır: Belki de
doğa İÇİNDE dememiz daha doğru olur. İlkel adam
yemeğe ihtiyacı olduğunda nasıl yenilebilir kökler
bulup, hazırlayacağını ve nasıl av izi sürüp, el yapımı
silahlarla avını yakalayacağını biliyordu. Kendini
sıcaktan, soğuktan, yağmurdan, tehlikeli hayvanlardan
vs. korumayı biliyordu. Ama ilkel adam doğaya daha
az zarar vermiştir, çünkü ilkel toplumun
ORTAKLAŞA (KOLLEKTİF) gücü, endüstri
toplumunun ORTAKLAŞA gücü ile kıyaslandığında
önemsiz kalır.

199. Güçsüzlük ve pasifliği savunmak yerine,
ENDÜSTRİYEL SİSTEMİN gücünün kaldırılması
gerektiğini ve böylece BİREYLERİN ve KÜÇÜK
GRUPLARIN güç ve özgürlüğünün büyük ölçüde
ARTACAĞINI savunmak gereklidir.

200. Endüstri sistemi tamamen yıkılana dek, bu
sistemin imhası devrimcilerin TEK amacı olmalıdır.
Başka amaçlar, asıl hedefe olan enerji ve dikkati
dağıtacaktır. Daha da önemlisi, eğer devrimciler
teknolojinin yok edilmesinden başka bir amaca
yönelirlerse, bu amaca ulaşmak için teknolojiyi araç
olarak kullanmak isteyeceklerdir. Eğer bu isteklerine
boyun eğerlerse, yeniden teknoloji tuzağının içine
düşerle, çünkü modern teknoloji birleşik ve sıkı
örgütlenmiş bir sistemdir, yani insan teknolojinin
BİRAZINI elinde tutmak isterse, kendisini pek ÇOK
teknolojiyi muhafaza etmek zorunda kalmış bulur, bu
nedenle sonunda sadece biraz teknolojiyi gözden
çıkarmış olur.

201. Örneğin devrimcilerin “sosyal adalet”i bir hedef
olarak aldığını farz edin. İnsan doğasının yapısı
itibariyle, sosyal adalet kendiliğinden oluşmayacaktır;
zor kullanılması gerekir. Sosyal adaletin zor
kullanarak getirilmesi için, devrimcilerin merkezi
örgütlenmeyi ve kontrolü elinde tutması lazımdır.
Bunun için, hızlı, uzun mesafeli nakliyat ve iletişime
ve böylece de taşıma ve işletim sistemlerine yarayacak
tüm teknolojiye ihtiyaçları olacaktır. Yoksul insanları
doyurmak ve giydirmek için ziraat ve üretim
teknolojilerini kullanmaları gerekecektir, vs. Böylece
sosyal adaleti sağlama teşebbüsü, onları teknolojik
sistemin epe bir bölümünü korumaya zorlayacaktır.
Sosyal adalete karşı değiliz, ama onun teknolojik
sistemden kurtulma çabasını engellemesine izin
verilmemelidir.

202. Devrimcilerin sisteme, belli oranda, modern
teknolojiyi kullanmadan saldırmaya çalışmasının bir
yararı olmaz. En azından mesajlarını yaymak için
iletişim medyasını kullanmalıdırlar. Ama modern
teknolojiyi sadece bir tek amaç için kullanmalıdırlar:
Teknolojik sisteme saldırmak.

203. Yanında bir fıçı şarapla oturan bir alkolik
düşünün. Onun kendi kendine şunları söylediğini farz
edin: "Aşırıya kaçılmadan içilirse şarabın zararı
yoktur. Hatta dediklerine göre az miktarda şarap
faydalıdır bile! Eğer sadece ufak bir kadeh içersem
bana bir zararı dokunmaz.." Daha sonra ne olacağını
hepiniz biliyorsunuz. Teknolojik toplumun aynen bir
fıçı şarabın yanı başındaki bu alkoliğe benzediğini asla
unutmayın!

204. Devrimciler, mümkün olduğu kadar çok çocuk
sahibi olmalıdırlar. Sosyal tutumların önemli bir
dereceye kadar kalıtsal olduğuna dair güçlü bilimsel
kanıtlar vardır. Kimse, sosyal bir tutumun direk olarak
insanının kalıtımsal yapısının bir sonucu olduğunu
ileri sürmüyor, ama anlaşıldığı kadarıyla kişisel
özellikler kısmen kalıtsaldır (soydan gelir) ve bu belli
kişisel özellikler, toplumumuz içerisinde, kişinin şu ya
da bu sosyal tutumu benimsemesinde etkili
olmaktadır. Bu bulgulara itiraz edenler olmuştur, ama
bu itirazlar zayıftır ve ideolojik nedenlerden dolayı
edilmiş gibi görünmektedirler. Ne olursa olsun, hiç
kimse çocukların genelde ailelerininkine benzer sosyal
tutumları benimse eğilimleri olduğunu inkar etmiyor.
Bize göre bu tutumların soydan mı geçtiği ya da çocuk
eğitiminde mi edinildiği pek önemli değil. Her iki
durumda da yeni kuşağa YANSIYORLAR.

205. Sorun şu ki, endüstri sistemine karşı çıkma
eğilimindeki pek çok insan aynı zamanda nüfus
problemi ile de ilgili, bu nedenle muhtemelen az
sayıda çocukları var ya da hiç çocuk yapmıyorlar. Bu
şekilde, dünyayı, endüstri sistemini destekleyen ya da
en azından kabul eden insanlara devrediyor olabilirler.
Devrimcilerin gelecek nesildeki gücünü sağlama
almak için fazla sayıda üremeleri gerekir. Bunu
yaparak, nüfus problemini sadece biraz daha
kötüleştirmiş olacaklar. Asıl önemli sorun endüstri
sisteminden kurtulmaktır; çünkü endüstri sistemi
çöktüğü zaman, dünya nüfusu mutlaka azalacaktır.
(bkz. 167. paragraf); halbuki endüstri sistemi yaşadığı
takdirde dünya nüfusunun neredeyse sınırsız şekilde
artmaya devam etmesini mümkün kılacak yeni yemek
üretim teknikleri geliştirmeye devam edecektir.

206. Devrimci strateji ile ilgili olarak,, üzerinde ısrarla
durduğumuz tek husus modern teknolojinin yok
edilmesinin tek ezici amaç olması gerektiğidir, aşka
bir amaca bu kadar önem verilmemelidir. Geri
kalanlar için, devrimcilerin deneyimsel bir yaklaşımda
bulunmaları gerekir. Eğer yukarıdaki paragrafta geçen
tavsiyelerden bazıları iyi sonuçlar vermezse, o zaman
bu tavsiyelerden vazgeçilmelidir.

Teknolojinin İki Türü

207. Önerdiğimiz devrime karşı; ortaya çıkacak
muhtemel bir tartışma da onun başarısız olmaya
mahkum olduğudur, çünkü (iddia edildiğine göre)
tarih boyunca teknoloji her zaman ilerleme
göstermiştir, asla gerilememiştir, bu nedenle
teknolojik gerileme olanaksızdır. Ama bu iddia
yanlıştır.

208. Teknolojiyi, küçük ölçekli teknoloji ve entegre
teknoloji olarak iki kategoriye ayırıyoruz. Küçük
ölçekli teknoloji, dışarıdan yarım olmadan küçük
ölçekli topluluklar tarafından kullanılabilir. Entegre
teknoloji, büyük ölçekli sosyal örgütlenmelere dayalı
teknolojidir. Küçük ölçekli teknolojide hiçbir önemli
gerileme vakası olmadığının bilincindeyiz. Ama
entegre teknoloji, destek aldığı toplumsal örgütlenme
yıkıldığı zaman GERİLER. Örneğin: Roma
imparatorluğu yıkıldığı zaman GERİLER. Örneğin:
Roma İmparatorluğu yıkıldığı zaman, Romalıların
küçük ölçekli teknolojisi canlı kalabildi, çünkü
herhangi bir köylü zanaatkar örneğin bir su çarkı
yapabilirdi, yetenekli bir demirci Roma metotlarını
kullanarak bıçak yapabilirdi vs. Ama Romalıların
entegre teknolojileri GERİLEDİ. Su kemerleri harap
oldu ve yeniden yapılamadı. Yol yapım teknikleri
kayboldu. Roma şehri sağlık hizmetleri sistemi
unutuldu, onun için yakın zamana kadar Avrupa
şehirlerinin sağlık hizmetleri antik Romalılarınkine
eşit seviyede değildi.

209. Teknoloji her zaman bir ilerleme içindeymiş gibi
gözükmesinin sebebi Endüstri Devrimi’nden belki bir
ya da iki yy. öncesine kadar çoğu teknolojinin küçük
ölçekli teknoloji olmasından kaynaklanır. Ama
Endüstri Devrimi’nden beri gelişen teknolojinin çoğu,
entegre teknoloji olmuştur. Buzdolabını ele alalım,
örneğin, fabrika yapımı parçalar ya da endüstri sonrası
bir makine atölyesi olmadan bir avuç dolusu ustanın
bir buzdolabı yapması hemen hemen imkansız
olacaktır. Eğer bir mucize eseri bir tane yapmayı
başarırlarsa, emin bir elektrikli güç kaynağı olmadan
onu çalıştıramazlar. Böylece bir baraj ve bir jeneratör
yapmaları gerekecektir. Jeneratörler için büyük
miktarda bakır tele ihtiyaç vardır. Bu tellerin modern
aletler olmadan yapılmaya çalışıldığını düşünün.
Ayrıca buzdolabı için uygun gazı nereden bulacaklar?
Buzdolabının icadından önce olduğu gibi bir buz evi
yapmak ya da yiyeceği kurutarak veya temizleyerek
korumak çok daha kolay olacaktır.

210. Yani, endüstri sistemi bir kere tamamen yıkıldı
mı, buzdolabı teknolojisinin de çabucak yok olacağı
aşikardır. Bu diğer entegre teknolojiler için de
geçerlidir. Ve bir kez bir kuşak bu teknolojiyi
kaybederse, ilk seferinde de olduğu gibi, onu yeniden
yaratmak yüzyıllar alacaktır. Geriye kalan teknik
kitaplar çok seyrek olacaktır. Bir endüstri toplumu,
dıştan yardım olmadan en baştan kurulacaksa, bu
ancak dizi aşamalar yoluyla olabilir: Alet yapmak için
bir alete, o bir aleti yapmak için yine bir alete, onu
yapmak için yine alete ihtiyacımız vardır. Ekonomik
kalkınmada uzun bir süreç ve sosyal örgütlenmede
ilerleme gerekir. Ayrıca, ortada teknolojiye karşı çıkan
bir ideoloji olmasa bile, kimsenin endüstri toplumunu
yeniden kurmak ile ilgileneceğini sanmıyoruz.
“İlerleme” isteği, modern topluma özgü bir kavramdır
ve 17. yy.dan önce ortaya çıkmışa benzemiyor.

211. Ortaçağın sonlarında, “İlerleme”de başı çeken
dört ana uygarlık vardı: Avrupa, İslam Dünyası,
Hindistan ve Uzak Doğu (Çin, Japonya, Kore). Bu
uygarlıklardan üçü az çok durağan kaldılar ve sadece
Avrupa hareket kazandı. Kimse Avrupa’nın o zaman
neden hareket kazandığını bilmiyor; tarihçilerin bu
konuda çeşitli teorileri var ama bunlar sadece birer
tahmin. Yine de teknolojik bir topluma doğru hızla
gelişimin ancak özel koşullar altında gerçekleştiği
kesindir. Bu yüzden, uzun süreli bir teknolojik
gerilemenin olamayacağını düşünmek için bir neden
yoktur.

212. Toplum, YENİDEN endüstriyel-teknolojik bir
yapıya doğru ilerler mi? Belki, ama 500 ya da 1000 yıl
sonrasının olaylarını tahmin yahut kontrol
edemeyeceğimize göre, bunun için endişelenmenin bir
faydası yoktur. Bu sorunlar o dönemde yaşayacak
insanlar tarafından çözümlenmelidir.

Solculuk Tehlikesi

213. İsyana ve bir hareket üye olma ihtiyaçlarından
dolayı solcular ya da benzer psikolojiye sahip insanlar
genelde başta solcu olmayan hedef ve üyeye sahip
isyancı ve eylemci hareketlerle ilgilenmezler. Solcu
tiplerin akınıyla solcu olmayan bir hareket kolaylıkla
solcu bir harekete getirilebilir, öyle ki solcu hedefler
hareketin orijinal amaçlarının yerine geçerler ya da
onu değiştirirler.

214. Bunu önlemek için, doğayı yüceleştiren ve
teknolojiye karşı çıkan bir hareket kararlı bir şekilde
solculuk karşıtı bir tavır almalıdır. Uzun dönemde
solculuk, vahşi doğa, insan özgürlüğü ve modern
teknolojinin imhasına ters düşer. Solculuk
kollektivisttir; tüm dünyayı birleşmiş bir bütün olarak
sarmak ister (hem doğayı hem de insan soyunu). Ama
bu örgütlenmiş toplumun doğayı ve insan hayatını
yönetmesi demektir ve bu yüksek düzeyde bir
teknolojiyi gerektirir. Hızlı taşıma ve iletişim olmadan
birleşik bir dünyaya sahip olamazsınız, denenmiş
psikolojik teknikler olmadan herkesin birbirini
sevmesini sağlayamazsınız, gerekli teknolojik temel
olmadan “planlanmış bir toplum”a sahip olamazsınız.
Hepsinden önemlisi, solculuk güce olan ihtiyaç ile
beslenir ve solcular bir kitle hareketi ya da bir örgüt
ile özdeşleşerek, kolektif bir temele dayanarak güç
ararlar. Solculuk teknolojiden vazgeçecek gibi
değildir, çünkü teknoloji kolektif gücün çok değerli
bir kaynağıdır.

215. Anarşist(34) de güç ister ama bireysel ya da küçük
grup temelinde güç ister; bireylerin ve küçük grupların
hayatlarının akışını kendilerinin kontrol edebilmesini
arzular. Teknolojiye karşı çıkar çünkü teknoloji küçük
grupları büyük örgütlere tabi kılar.

216. Bazı solcular teknolojiye karşı gibi gözükebilirler
ama bu karşı çıkışlar, ancak grubun dışında kaldıkları
ve teknolojik sistem solcu olmayanlar tarafından
kontrol edildiği sürece devam eder. Şayet solculuk
toplumda egemen olursa ve böylece teknolojik sistem
solcuların elinde bir araç haline gelirse onu hevesle
kullanacak ve gelişmesine yardım edeceklerdir. Bunu
yaparken solculuğun geçmişte hep gösterdiği bir
örneği tekrar etmiş olacaklardır. Bolşevikler Rusya’da
zayıf durumda iken, şiddetle sansüre ve gizli polise
karşı geliyorlar, enik azınlıkların hür iradesini
destekliyorlardı vs., ama kendileri iktidara gelir
gelmez, daha sert bir sansür uyguladılar, çarların
döneminde olduğundan daha acımasız bir gizli polis
teşkilatı kurdular ve etnik azınlıklara en az çarlar
kadar zulüm ettiler. Amerika’da, 10-20 yıl kadar önce,
solcular üniversitelerimizde azınlıkta iken solcu
profesörler akademik özgürlüğün ateşli birer
savunucusuydular ama bugün solcuların hakim olduğu
üniversitelerimizde başka herkesin akademik
özgürlüğünü elinden alarak kendilerini belli etmiş
oldular (bu “siyasal dürüstlük”tür). Solcular ve
teknoloji için de aynı durum olacaktır: Şayet kendi
kontrolleri altına alabilirlerse teknolojiyi diğer herkese
zulüm etmek için kullanacaklardır.

217. Daha önceki devrimlerde güce daha aç tipte
solcular bir çok kez daha liberal eğilimleri olan
solcularla birlikte öncelikle solcu olmayan
devrimcilerle de iş birliği yaptılar, daha sonra iktidarı
zapt etmek için iki tarafa da ihanet ettiler.
Robespierre, Fransız Devrimi’nde, Bolşevikler Rus
Devrimi’nde, Komünistler 1938’de İspanya’da ve
Castro ve taraftarları Küba’da aynı şeyi yaptılar.
Solcuların tarihine bakılırsa, solcu olmayan
devrimcilerin solcularla işbirliği yapması tamamen
aptallık olur.

218. Çeşitli düşünürler, solculuğun bir tür din
olduğunu belirtmiştir. Solculuk, tam anlamıyla bir din
değildir, çünkü sol öğretisi herhangi bir doğa üstü
varlığı ön gerçek olarak kabul etmez. Ama solcu için,
solculuk; bazı insanlar için dinin oynadığı psikolojik
rolü oynar. Solcunun, solculuğa inanmaya İHTİYACI
vardır; psikolojik tutumunda bu önemli bir rol oynar.
İnançları, mantık ya da gerçeklerden kolaylıkla
etkilenip azalmaz. Solculuğun ahlaken büyük harf D
ile doğru olduğuna ve solcu ahlakı herkese zorla kabul
ettirmenin sadece hakkı değil ayrıca görevi de
olduğuna dair derin bir inanç vardır. (Ancak “solcu”
diye kastettiğimiz insanların çoğu kendilerini solcu
olarak görmezler ve inanç sistemlerini solculuk olarak
tanımlamazlar. Biz “solculuk” tabirini kullanıyoruz,
çünkü feminizm, eşcinsel hakları, politik dürüstlük,
vs. hareketlerini içeren ilgili inançları adlandıracak
daha iyi sözcükler bilmiyoruz, çünkü bu hareketlerin
eski sol ile güçlü bir benzerliği var. (bkz. 227-23.
paragraflar)

219. Solculuk, totaliter bir güçtür. Sol ne zaman güçlü
bir duruma gelirse hemen her özel köşeye zorla
girmek ve her düşünceyi zorla sol bir kalıba sokmak
ister. Bunun nedeni kısmen solculuğun yarı-dini
karakterinden meydana gelir; Solcu görüşlere ters
düşen her şey günah yerine geçer. Daha da önemlisi,
solculuk, solcuların güce duydukları şevk yüzünden
totaliter bir güçtür. Solcu sosyal bir hareket ile
özdeşleşerek güce olan ihtiyacını doyurmaya ve
hareketin amaçlarına ulaşmasına yardım ederek güç
sürecine katılmaya çalışır. (bkz. 83. paragraf) Ama
hareket amaçlarına ulaşmada ne kadar ileriye giderse
gitsin, solcu asla tatmin olmaz, çünkü eylemciliği
yapay bir etkinliktir. (bkz. 41. paragraf) Yani,
solcunun asıl amacı solun görünen amaçlarına
ulaşmak değildir, gerçekte mücadele etmekten ve daha
sonra sosyal bir hedefe ulaşmaktan elde ettiği güç
anlayışı ile hareket eder.(35) Sonuç olarak, solcu
ulaştığı hedefler ile asla tatmin olmaz; güç sürecine
olan ihtiyacı, onu her zaman başka yeni bir amacın
peşinden koşmaya sürükler. Solcu, azınlıklar için eşit
fırsatlar ister. Bu elde edildiğinde azınlıklar için
istatistiğe dayalı bir başarı eşitliği hususunda ısrar
eder. Eğer herhangi biri bir azınlığa karşı olumsuz
düşünceler besliyorsa, solcunun onu yeniden eğitmesi
gerekir. Etnik azınlıklar da yeterli değildir, hiç
kimsenin, homoseksüel, sakat, şişman, yaşlı, çirkin vs.
insanlara karşı olumsuz bir tutum sergilemesine izin
verilemez. Halkın sigaranın zararların karşı uyarılması
yeterli değildir; her sigara paketinin üstüne bir uyarı
damgalanmalıdır. Daha sonra sigara reklamları eğer
yasaklanmamışsa kısıtlanmalıdır. Eylemciler, tütün
yasaklanana kadar asla yetinmeyecekler ve sonra
sırayı alkol, sığır eti vs. alacaktır. Eylemciler,
çocuklara yönelik taciz ile tokatlamalara son vermek
istiyorlar. Bunu yaptıklarında zararlı buldukları başka
bir şeyi daha yasaklamak isteyecekler ve bu böyle
devam edecek. Tüm çocuk yetiştirme uygulamaları
üstünde tam bir kontrole sahip olana kadar asla tatmin
olmayacaklar. Daha sonra da başka bir olay ile
ilgileneceklerdir.

220. Farz edin ki solculardan toplumda yanlış olan
HER şeyin bir listesini yapmalarını istediniz ve sonra
farz edin ki istedikleri TÜM sosyal değişiklikleri
gerçekleştirdiniz. Şu, rahatlıkla söylenebilir ki birkaç
yıl inde solcuların çoğu şikayet edecek yeni bir şey
bulacaklardır, düzeltilmesi gereken yeni bir sosyal
“felaket”, çünkü, solcu bir kere daha toplumdaki
yanlışlıklardan duyduğu üzüntüden çok topluma
çözümlerinin kabul ettirerek güce olan açlığını tatmin
etme ihtiyacı ile hareket etmektedir.

221. Yüksek düzey toplumsallaşmanın düşünce ve
davranışlarına getirdiği kısıtlamalar yüzünden aşırı
toplumsallaşmış çoğu solcu, gücü diğer insanların
yollarını kullanarak kovalayamaz. Onlar için güç
istediğinin kabul edilebilir tek bir ahlaki yolu vardır, o
da erdemlerini herkese kabul ettirme mücadelesinde
yatar.

222. Solcular, özellikle aşırı toplumsallaşmış olanlar,
Eric Hoffer’ın kitabı “Gerçek inanır”a göre gerçek
inanırlardır. Ama gerçek inanırların hepsi solcularla
aynı psikolojik yapıda değildir. Örneğin, gerçekten
inançlı bir Nazi, psikolojik olarak gerçekten inançlı bir
solcudan herhalde çok farklıdır. Bir davaya körü
körüne bağlanabilme yetenekleri yüzünden Gerçek
İnanırlar, herhangi bir devrimci hareketin yararlı, belki
de gerekli bir parçasıdır. Bu durum basıl başa
çıkacağımızı bilmediğimiz (kabul etmemiz gereken)
bir sorunu da beraberinde getiriyor. Teknolojiye karşı
olan devrimde Gerçek İnanırın enerjisini nasıl
kullanma gerektiğinden emin değiliz. Şimdilik
söyleyebileceğimiz tek şey hiçbir Gerçek İnanır,
kendini sadece teknolojinin imhasına adamadıkça,
devrim için iyi bir asker olmayacaktır. Eğer başka bir
ideali varsa, bu ideale ulaşmak için teknolojiyi bir araç
olarak kullanmak isteyebilir. (bkz. 220-221.
paragraflar)

223. Bazı okurlar “Solculuk ile ilgili tüm bu laflar
birer saçmalık. Solcu olan John ve Jane’i tanıyorum ve
onlarda bu totaliter eğilimlerden hiçbiri yok.”
Diyebilirler. Pek çok solcunun hatta belki sayıca
çoğunluğunun diğer insanların değerlerin hoşgörü
göstermeye (bir dereceye kadar) samimi olarak inana
dürüst insanlar oldukları ve sosyal amaçlarına ulaşmak
için zorba metotları kullanmak istemeyecekleri
doğrudur. Solculuk ile ilgili yorumlarımız tek tek her
solcu için geçerli değildir, solculuğun bir hareket
olarak genel karakterini tanımlamak için yapılmıştır.
Bir hareketin genel karakterini ille de bu harekete
katılan çeşitli insanların sayıca oranları belirlemez.

224. Solcu hareketlerde güçlü mevkilere yükselen
kişiler genelde güce en aç olan solculardır, çünkü güce
aç insanlar güçlü mevkilere gelmek için en fazla
uğraşanlardır. Bunar hareketin kontrolünü ele
geçirdiğinde, daha yumuşak tabiatlı pek çok solcu
içten içe liderlerin hareketlerini onaylamazlar, ama
itiraz etmeyi kendilerine yediremezler. Harekete
güvenmeye İHTİYAÇLARI vardır, liderleri ile
paylaştıkları bu inançtan vazgeçemezler. Doğrudur,
BAZI solcuların ortaya çıkan totaliter eğilimlere itiraz
edecek cesareti vardır, ama genelde kaybederler,
çünkü güce aç olanlar daha iyi örgütlenmiş daha
acımasız, daha Makyavelisttirler ve kendilerine sıkı
bir güç temeli kurmuşlardır.

225. Bu olgu, Rusya ve solcuların iktidara geldiğinde
diğer ülkelerde açıkça belli olmuştur. Benzer şekilde,
SSCB’de komünizm çöküşünden önce, Batı’daki
solcular bu ülkeyi çok az eleştirirlerdi. Eğer SSCB’nin
pek çok yanlış yaptığını kabul etmek zorunda
kalırlarsa, hemen komünistler için mazeretler bulmaya
ve Batı’nın hatalarından bahsetmeye başlarlardı.
Batı’nın komünistlerin saldırganlığına askeri yollarla
direnmesine hep karşı çıktılar. Dünyadaki tüm
solcular, Amerika’nın Vietnam’da yaptığı askeri
harekatı ateşli bir şekilde protesto ettiler, ama SSCB,
Afganistan’ı işgal ettiğinde hiçbir şey yapmadılar.
Sovyetleri onayladıklarından değil, solcu
inançlarından dolayı, komünizme karşı çıkmayı
kendilerine yediremediler. Bugün, “siyasi
dürsütlüğün” egemen olduğu üniversitelerimizde,
akademik özgürlüğün kısıtlanmasını içten içe
onaylamayan, ama yine de sesini çıkarmayan
muhtemelen pek çok solcu vardır.

226. Bu yüzden pek çok solcunun kişisel olarak
yumuşak başlı ve oldukça hoşgörülü insanlar olması
hiçbir zaman solun bir bütün olarak totaliter bir
eğilimi olmasını engelleyemez.

227. Solculuk ile olan tartışmamızda ciddi bir zayıflık
vardır. Hala “solcu” sözüyle neyi kastettiğimiz açık
değildir. Bu konuda yapabileceğimiz fazla bir şey yok
gibi gözüküyor. Bugün solculuk tüm eylemci
hareketlere bölünmüştür. Yine de tüm eylemci
hareketler solcu değildir ve bazı eylemci hareketler
(Örn: Radikal Çevrecilik) hem solcu kişilikleri hem
solcularla işbirliği içinde olmaması gereken hiç solcu
olmayan kişilikleri içinde barındırır. Çeşitli solcular
yavaş yavaş kimlik değiştiriyorlar ve biz kimin solcu
olup olmadığına karar vermekte sık sık zorlanıyoruz.
Açıklandığı kadarıyla, solculuk anlayışımız bu
makalede sunduğumuz tartışma ile tanımlanmıştır ve
okuyucuya sadece kimin solcu olduğunu ayırt etmede
kendi kararını vermesini tavsiye edebiliriz.

228. Ama solculuğu teşhis etmek için bir takım
kriterleri sıralamak yardımcı olacaktır. Bu kriterler
kesin bir şekilde uygulanamaz. Bazı kişiler solcu
olmadan da verilen kritere uyabilirler, bazı solcular da
uymayabilir. Yine sadece kendi kararımızı vermemiz
gerekir.

229. Solcu büyük ölçekli kolektivizme doğru
yönlendirilir, bireyin topluma hizmet etme ve
toplumun da bireyle ilgilenme görevini vurgular.
Bireyciliğe karşı olumsuz bir tutumu vardır. Genelde
ahlaki bir tavır içindedir. Silah kontrolünü, cinsel
eğitimi ve diğer psikolojik açıdan “aydınlanmış”
eğitim metotlarını, sosyal planlamayı, olumlayıcı
hareketleri, çok kültürlülüğü destekleme
eğilimindedir. Kendini kurbanlarla özdeşleştirme
eğilimindedir. Rekabet ve şiddete karşı gibidir ama
şiddet uygulatan solcular için durmadan bahaneler
bulur. Solda yaygın olan “ırkçılık”, “cinsiyetçilik”,
homofobi”, “kapitalizm”, “emperyalizm”, “yeni
sömürgecilik”, “soykırım”, “sosyal değişim”, “sosyal
sorumluluk” gibi kavramları kullanmaktan hoşlanır.
Solcunun belki de en teşhis edici özelliği şu hareketin
tarafını tutmasıdır: Feminizm, eşcinsel hakları, etnik
haklar, özürlü hakları, hayvan hakları, siyasal
dürüstlük. Tüm bu hareketleri destekleyen herkes
kesinlikle bir solcudur.(36)

230. En tehlikeli solcular yani güce aç olanlar genelde
kibirleriyle ya da ideolojiye dogmatik yaklaşımlarıyla
belli olur. Ancak, sinir bozucu şiddet gösterilerinden
ve solculuklarını insanların gözüne sokmaktan
kaşınan, aşırı toplumsallaşmış tipte bazı solcular
vardır ki hepsin en tehlikelisidirler ve bunlar sessiz
sedasız, kollektivist değerleri, çocukların
toplumsallaşması için “aydınlanmış” psikolojik
teknikleri, bireyin sisteme bağımlılığını desteklemeye
çalışırlar. Bu gizli solcular (onlara bu adı veriyoruz)
uygulama da bazı burjuvalara benzerler, ama
psikoloji, ideoloji ve motivasyonda onlardan farklılık
gösterirler. Tipik bir burjuva, yaşam stilini korumak
için ya da sadece tutumu alelade olduğu için insanları
sistemin kontrolü altında tutmak ister. Gizli solcu
insanları sistemin kontrolü altında tutmak ister çünkü
kollektivist ideolojinin gerçek bir inanırıdır. Gizli
solcu, isyan dürtüsü daha zayıf olduğundan ve daha
sıkı sosyalleşmiş olduğundan aşırı toplumsallaşmış
ortalama bir solcudan farklılık gösterir. Kendisinde
onu bir davaya adamaya ve bir kolektivizme katılmaya
zorlayan derin bir eksiklik olduğu için iyi
toplumsallaşmış sıradan bir burjuvadan da farklılık
gösterir. Belki de (iyice yüceltilmiş) güç arzusu
sıradan bir burjuvanınkinden daha güçlüdür.

Sonuç
231. Bu manifesto boyunca, her türlü nitelendirme ve
kuşkuya açık olabilecek bir takı belirsiz açıklamalarda
bulunduk; hatta bazı açıklamalarımız düpedüz yanlış
da olabilir. Elimizde yeterli bilginin bulunmayışı ve
yazımızın kısa tutulması gerekliliği, iddialarımızı daha
belirgin bir şekilde formüle etmemizi ve gerekli
tanımları eklememizi imkansız hale getirdi. Elbette bu
türden bir tartışmada kişinin güçlü bir biçimde
sezgisel yargılara güvenmesi gerekir ki bunlar da
bazen yanlış olabiliyor. Dolayısıyla, bu manifestonun,
gerçeğin kabaca tahmin edilmesinden daha fazla bir
şey ifade ettiği iddiasında değiliz.
232. Aynı şekilde, burada çizdiğimiz tablonun genel
hatlarıyla doğru olduğundan makul bir şekilde eminiz.
Yalnızca zayıf bir noktanın belirtilmesi gerekiyor.
Solculuğu, günümüze özgün bir kavram olarak
modern biçimiyle ve güç sürecinin bozulmasının bir
belirtisi olarak gösterdik. Ancak bu konuda
muhtemelen yanılıyor olabilir. Kendi ahlaklarını
herkese empoze ederek güç gereksinimlerini tatmin
etmeye çalışan aşırı toplumsallaşmış tipler kuşkusuz
uzun zamandan beridir ortalıktalar. Fakat, aşağılık
duygularının, kendini değersiz görmenin,
güçsüzlüğün, kendileri kurban olmayan insanların
kurbanlarla özdeşleşmesinin modern solculuğun bir
özelliği olduğunu SANIYORUZ. Kendileri kurban
olmayan insanların, kendilerini kurbanlarla
özdeşleştirmesi 19.yy. solculuğunda ve eski
Hıristiyanlıkta belli oranlarda görülebilir, ancak
saptayabildiğimiz kadarıyla, kendini değersiz görme
vb. belirtiler bu hareketlerde veya tüm diğer
hareketlerde, modern solculukta olduğundan daha açık
seçik değildiler. Fakat, modern solculuktan önce
benzer hareketlerin var olmadığını, kendimizden emin
bir şekilde iddia edecek bir konumda değiliz. Bu,
tarihçilerin ilgi göstermesi gereken temel bir sorundur.

Notlar
1. ( Paragraf 19 ) TÜM zorba ve acımasız
rekabetçilerin, ya da en azından çoğunun, aşağılık
duygusundan muzdarip olduğunu ileri sürüyoruz.
2. ( Paragraf 25 ) Viktorya dönemi boyunca, bir çok
aşırı toplumsallaşmış kişinin cinsel duygularını
bastırmaktan ya da bastırmaya çalışmaktan dolayı
ciddi psikolojik problemleri vardı. Anlaşılan Freud,
teorisini bu gibi insanları esas olarak kurmuştur.
Bugün toplumsallaşmanın merkezi cinsellikten
saldırganlığa kaymıştır.
3. ( Paragraf 27 ) İlle de mühendislikteki ya da diğer
“ciddi” bilimlerdeki uzmanları kastetmiyoruz.
4. ( Paragraf 28 ) Orta ve üst sınıftan bu değerlerin
bazılarına karşı direnen çok insana vardır, ama bunlar
üstü kapalı direnmelerdir. Bu tür direnme, kitle
haberleşme araçlarında çok az yer alır.
Toplumumuzda propagandanın asıl hamlesi belirli
değerler lehinedir. Bu değerlerin, toplumumuzda adeta
resmi değerler haline gelmesinin nedeni endüstriyel
sisteme yararlı olmalarıdır. Şiddete engel olunmak
istenir, çünkü etnik çatışmalar da sistemi bozar ve
ayrımcılık sisteme yararlı olabilecek azınlık olan grup
üyelerinin yeteneklerini harcar. Yoksulluk, “tedavi
edilmelidir” çünkü alt sınıf, sistem için sorunlara yol
açar ve alt sınıfla ilişki diğer sınıfların moralini bozar.
Kadınlar, kariyer sahibi olmaya teşvik edilir çünkü
yetenekleri sistem için yararlıdır ve daha önemlisi
düzenli iş sahibi olmakla kadınlar sistemle daha iyi
bütünleşir ve ona ailelerine olduğundan daha çok
bağlanırlar. Bu durum, aile dayanışmasını zayıflatır.
(Sistemin liderleri aileyi güçlendirmek istediklerini
söylerler ama asıl kastettikleri, çocukların sistemin
ihtiyaçları doğrultusunda toplumsallaşmalarında
ailenin etkili bir alet olmasını istemeleridir.) Paragraf
51 ve 52’de belirttiğimiz gibi sistem ailenin ya da
diğer küçük çaplı sosyal grupların güçlenmesini ya da
özerkleşmesini göze alamaz.
5. ( Paragraf 42 ) İnsanların çoğunluğunun, kararlarını
kendilerinin vermek istemedikleri ama liderlerden
onların adına düşünmelerini istediklerini ileri
sürülebilir. Bu görüşte doğruluk payı vardır. İnsanlar,
sıradan konularda kendi kararlarını ermekten hoşlanır,
ama zor ve önemli sorunlarda karar vermek psikolojik
çatışmayı göze almayı gerektirir ve çoğu insan
psikolojik çatışmadan nefret eder. Bu nedenle zor
kararlar söz konusu olduğunda başkalarına güvenme
eğiliminde olurlar. Ama bu demek değildir ki,
kendilerin kararı etkileme fırsatı verilmeden onlara
kabul ettirilmesinden hoşlanır. İnsanların çoğunluğu
izleyicidir, lider olmasalar da liderleri ile doğrudan
ilişkileri olmasını isterler, liderlerini etkileyebilmek ve
zor kararları vermede bir dereceye kadar katılımda
bulunmak isterler. En azından bu derecede, özerkliğe
ihtiyaçları vardır.
6. ( Paragraf 44 ) Burada sıralanan belirtilerden
bazıları kafesteki hayvanlarda görülenlere benzer.
Nasıl ortaya çıktığını, güç sürecine bağlı olarak
anlatmak gerekirse: İnsan doğasını anlamada, sağduyu
bize gösterir ki ulaşılması çaba gerektiren hedeflerin
eksikliği sıkıntıya yol açar ve uzun süreli olduğunda
sıkıntı sonunda depresyona dönüşür. Hedeflere
ulaşmadaki başarısızlık hayal kırıklığına, kişinin
kendisine olan saygısının azalmasına neden olur.
Hayal kırıklığı öfkeye, öfke saldırganlığa –genelde
eşin ya da çocuğun taciz edilmesine dönüşür. Uzun
süreli hayal kırıklığı genelde depresyona yol açtığı ve
depresyonun da suçluluk duygusu, düzensiz uyku,
yeme bozukluğu ve kişinin kendini kötü hissetmesine
neden olduğu kanıtlanmıştır. Depresyona eğilimi
olanlar çare olarak eğlence ararlar: Bu nedenle yeni
eğlentiler vaat eden sapkınlıklarla birlikte doyumsuz
bir hedonizm ve aşırı seks de beraberinde gelir. Sıkıntı
da aşırı eğlence arayışına sebep verebilir çünkü diğer
açılardan yoksun insanlar genelde eğlenceyi bir amaç
haline getirirler. Konu ile ilgili şemaya bakınız.
Yukarıda konudan basitçe bahsedilmiştir, gerçek ise
daha karmaşıktır ve tabi ki güç süreci ile ilgili olarak
yoksunluk tanımlaması belirtilen TEK sebep değildir.
Bu arada, depresyondan bahsederken mutlaka bir
psikiyatristtin tedavisini gerektirecek kadar ciddi bir
depresyonu kastetmiyoruz. Genelde sadece hafif
depresyonları kastediyoruz. Amaçlardan bahsederken
değinmek istediğimiz ille de uzun dönem için
planlanmış amaçlar değildir. Tarih boyunca pek çok
insan için günü gününe yaşamak (kendisinin ve
ailesinin yalnızca günlük yiyeceğini karşılamak)
yeterli olmuştur.
7. ( Paragraf 52 ) Amish (Özellikle Amerika’nın bazı
bölgelerinde etkin olan, içine kapalı dini bir cemaat,
Ç.n.) gibi, toplum üzerinde az etkisi olan bir iki pasif,
içe yönelik gruplar için kısmi bir istisna yapılabilir.
Bunların dışında günümüzde Amerika’da bazı saf,
küçük ölçekli topluluklar varlıklarını sürdürmektedir.
Örneğin gençlik çeteleri ve “mezhepler”. Herkes
onların tehlikeli olduğunu düşünür ve öyledirler de
çünkü bu grubun üyeleri sistemden ziyade önce
birbirlerine sadıktırlar bu nedenle sistem onları kontrol
edemez ya da örneğin çingeneler, genelde hırsızlık ve
sahtekarlıktan dolayı tutuklanmaktan kurtulurlar,
çünkü sadakat duyguları o denli gelişmiştir ki, her
zaman için masumiyetlerini kanıtlayacak ifade
verecek başka çingeneler bulabilirler. Açıkça
görüldüğü gibi, eğer çok sayıda insan bu tür gruplara
katılsaydı, sistem ciddi bir sorunla karşılaşırdı.
20.yy.ın başlarında, Çin’in modernleşmesi ile
ilgilenen bazı Çinli düşünce adamları aile gibi küçük
çaplı sosyal grupları dağıtmanın gerekliğini
anlamışlardı: (Sun Yat-sen’e göre) Çin’de
milliyetçiliğin gelişmesi isteniyorsa, başta aileninki
olmak üzere tüm geleneksel bağların kaldırılması
gerekiyordu. (Chester C. Tun 20.yy.da Çin’de politik
düşünce syf. 125, syf 297)
8. ( Paragraf 56 ) Evet, 19.yy.da Amerika’nın ciddi
problemleri olduğunu biliyoruz, ama anlatımda özü
korumak için basit ifadeler kullanmak durumundayız.
9. ( Paragraf 61 ) “Alt sınıfa” değinmiyoruz. Ana
görüşten bahsediyoruz.
10. ( Paragraf 62 ) Bazı sosyal bilimciler, eğitmenler,
“akıl sağlığı” profesyonelleri ve benzerleri herkesin
tatmin edici soysal hayatı olması için uğraşarak,
sosyal dürtüleri 1. gruba sokmak için ellerinden geleni
yapıyorlar.
11. ( Paragraf 63, 82 ) Sonu gelemeyen bir sahip olma
dürtüsü, gerçekten de reklam ve Pazar endüstrisin
yapay bir buluşu mudur? Elbette ki mal, mülk
edinmek için insanın doğuştan gelen bir dürtüsü
yoktur. İnsanların, temel fiziksel ihtiyaçlarını
karşılamak için gerekli olanlar dışında, çok az maddi
zenginliği talep ettiği toplumsal kültürler olmuştur.
(Avustralya yerli halkı, geleneksel Meksika köylü
kültürü, bazı Afrika kültürleri) Diğer yandan, maddi
sahiplenmenin önemli sayıldığı pek çok endüstri
öncesi kültürler de var olmuştur. Öyleyse bugünkü
mal, mülk edinmeye yönelik kültürün sadece reklam
ve Pazar endüstrisinin bir buluşu olduğunu iddia
edemeyiz. Ama bu kültürün yaratılmasında reklam ve
Pazar endüstrinin büyük rol oynadığı da bir gerçektir.
Reklama milyonlar ayıran büyük kurumlar, artan
satışlardan karşı çıkacaklarını bilmeseler, bu kadar
para harcıyor olamazlardı. Bir iki yıl önce FC’nin bir
üyesi şunları açıkça söyleyen bir satış müdürüne
rastlamıştı. “İşimiz, insanların istemedikleri ve ihtiyaç
duymadıkları şeyleri almalarını sağlamaktır.” Satış
müdürü ayrıca, nasıl olup da eğitilmemiş bir aceminin
insanlara bir malla ilgili gerçekleri anlatıp, hiç satış
yapamazken, eğitilmiş ve deneyimli, profesyonel bir
satıcının aynı insanlara pek çok satış yapabildiğini
anlatmıştı. Bu gösteriyor ki insanlar aslında
istemedikleri şeyleri almaya yönlendiriliyor.
12. ( Paragraf 64 ) Amaçsızlık sorunu yaklaşık son 15
yılda önemini yitirmiş gibi gözüküyor, çünkü şimdi
insanlar kendilerini fiziksel ve ekonomik açıdan
önceden olduğundan daha az güvende hissediyor ve
güvenlik ihtiyacı onlara bir amaç vermiş oluyor. Ama
güvence edinmenin zorluğu, amaçsızlığın yerini hayal
kırıklığına bırakmıştır. Amaçsızlık sorunu üzeride
duruyoruz, çünkü liberaller ve solcular, toplumun
herkesin güvenliğini temin etmesi yoluyla sosyal
sorunlarımız çözmek istiyorlar, ama bu başarılsaydı
bile, sadece “amaçsızlık” sorununu geri getirmiş
olurdu. Asıl konu toplumun, insanların güvenliğini
gerektiği gibi sağlayıp, sağlamaması değildir. Sorun
insanların güvenlikleri için kendilerine değil de,
sisteme tabi olmalarıdır. Bu bazı insanların neden
silah taşıma hakkını sevinçle karşıladığını
göstermektedir, bir silaha sahip olmak, güvenliklerinin
bu yönünü insanların kendi eline bırakıyor.
13. ( Paragraf 66 ) devlet düzenlemelerinin sayısını
azaltmaya yönelik muhafazakar çabaların sokaktaki
adam için bir yararı yoktur. Bir kere, sadece önemsiz
bazı düzenlemeler kaldırılabilir, çünkü çoğu
düzenleme gereklidir. Ayrıca kanunların çoğu
ortalama bireyden ziyade iş meselelerini etkiler, yani
asıl etkisi devletten aldığı yetkiyi özel kurumlara
vermektir. Bunun sokaktaki adam için anlamı
yaşamındaki devlet müdahalesinin yerini, örneğin
kansere yol açacak kimyasal maddelerin su kaynağına
boşaltılmasına izin verebilecek olan büyük kurumların
müdahalesinin almasıdır. Muhafazakarlar, sokaktaki
adamın Büyük Devlete olan kızgınlığını Dev
Firma’nın güçlenmesi için sömürerek, onu bir enayi
yerine koymaktadır.
14. (Paragraf 73 ) Birisi, belli bir durumda propaganda
kullanma amacını onaylarsa, ona genelde “eğitim” der
ya da benzer bir paravan kullanır. Ama propaganda,
kullanılma amacı ne olursa olsun propagandadır.
15. ( Paragraf 83 ) Panama’nın istilası için lehte ya da
aleyhte bir yorum yapmıyoruz. Bunu sadece bir
noktayı aydınlatmak için örnek olarak kullandık.
16. ( Paragraf 95 ) Amerikan kolonileri, İngiliz
egemenliği altında iken, özgürlüğün, Amerikan
Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra
olduğundan daha az sayıda ve daha az etkili bir yasal
teminatı vardı, yine de endüstri öncesi Amerika’sında,
Bağımsızlık Savaşı’nın hem öncesinde, hem de
sonrasında, bu ülkede Endüstri Devrimi’nin
yaşanmasından sonra olduğundan daha fazla kişisel
özgürlük vardı. Hugh Davis Graham ve Ted Robert
Gurr tarafından yayına hazırlanmış Roger Lane’in
“Amerika’da Şiddetin Tarihi ve Karşılaştırmalı
Perspektifler” kitabının bölüm 12, 476-478.
sayfalarından alıntı yapıyoruz: “Uygunluğun gittikçe
artan standartları ve bunlarla beraber resmi kanun
uygulamalarına gittikçe artan itimat (19.yy.
Amerika’sında) …. Tüm toplumda oldukça
yaygındı… Sosyal davranışlardaki değişim öyle uzun
vadede gerçekleşmiştir ve öyle yaygındır ki onunla,
çağdaş sosyal sürecin esas temeli olan endüstriyel
kentleşme arasında bir bağlantı olduğunu ileri sürmek
mümkün değildir. 1835’te Massachusetts’in nüfusu
yaklaşık olarak 660940 idi, %81’i kırsal kesimdeydi
ve bu kırsal kesimdeki nüfusun ezici çoğunluğu
endüstrileşmemiş ve yerliydiler. Vatandaşlara, önemli
kişisel özgürlükler tanınmaktaydı. İster yol arabacısı
ister çiftçi ya da esnaf olsun, hepsi kendi planlarını
yapmaya alışkındı, işlerinin yapısı onları fiziksel
olarak birbirlerinden bağımsız kılıyordu. Bireysel
sorunlar, günahlar ve hatta inançlar geniş bir
toplumsal ilgiye maruz kalmıyordu. Ancak, 1835’te
güç toplayan şehir ve fabrika, 19. yüzyıl boyunca,
hatta 20.yüzyılda da insan davranışlarında sürekli
artan bir etkiye sahip olmuştur. Fabrika düzenli
davranışlar istiyordu, ustabaşının ve müdürün
isteklerine, saat ve çalışma ritimlerine itaat edecek bir
hayat istiyordu. Şehir ya da kasabada önceden itiraz
edilmeyen pek çok hareket, birbirine yakın çevrede
yaşayanların ihtiyaçları yüzünden engellendi. Daha
büyük kuruluşlardaki hem mavi yakalıların hem de
beyaz yakalıların karşılıklı olarak meslektaşlarına
ihtiyaçları vardı; birinin işi diğerininkine bağlı olduğu
için, kimsenin artık kendine ait bir işi yoktu.” Bu yeni
hayat ve örgütlenmesinin sonuçları, 1900’de
Massachusetts’in 2805346 kişilik nüfusunun %76’lık
bir kısmına şehirli denmeye başlanması ile belli oldu.
Kayıtsız, özgür bir toplumda izin verilen pek çok
şiddetli ve usulsüz davranışlar bir sonraki dönemin
daha resmi ve işbirliğine dayalı ortamında artık kabul
görmüyordu. Kısacası şehir yaşamına geçişle,
atalarımızdan daha uysal daha sosyalleşmiş ve de
uygarlaşmış bir kuşak yaratılmıştır.
17. ( Paragraf 117 ) Sistem savunucuları, bir ya da iki
oy ile karara varılan seçimler gibi olaylardan
bahsetmekten hoşlanırlar ama bu tür olaylara fazla
rastlanmaz.
18. ( Paragraf 119 ) “Bugün, teknolojik açıdan
ilerlemiş topraklarda, insanlar coğrafi, dini ve politik
farklılıklara rağmen birbirlerine çok benzer hayat
sürerler. Chicago’daki Hıristiyan bir banka
memurunun, Tokyo’daki Budist bir banka memurunun
ve Moskova’daki komünist bir banka memurunun
hayatları birbirlerine, binlerce yıl önce yaşamış basit
bir adamın hayatından çok daha benzerdir. Bu
benzerlikler, ortak teknolojinin sonucudur…” L.
Sprague de Camp, “Eski Mühendisler” (The Ancient
Engineers) Ballantine baskısı, syf. 17. bu üç banka
memurunun hayatları AYNI değildir. İdeolojinin biraz
etkisi vardır. Ama tüm teknolojik toplumların, canlı
kalmak için YAKLAŞIK olarak aynı yörünge
üzerinde gelişmeleri gerekir.
19. ( Paragraf 123 ) Sorumsuz bir genetik
mühendisinin bir çok terörist yarattığını bir
düşünsenize.
20. ( Paragraf 124 ) Tıbbi ilerlemenin arzu edilmeyen
sonuçlarına bir başka örnek olarak, kanseri önleyen bir
çare bulunduğunu farz edin. Eğer tedavi sadece elit
tabakanın karşılayabileceği gibi pahalı olursa, bu
durum onların kanserojen maddelerin çevreye
karışmasını önleme isteklerini büyük ölçüde
azaltacaktır.
21. ( Paragraf 128 ) Çoğu insan bir çok şeyin kötü bir
şey ile sonuçlanacağını mantığa aykırı
bulabileceğinden, biz bunu bir kıyas ile örnekliyoruz.
Farz edin ki Bay A, Bay B ile satranç oynuyor. Üstat
Bay C de, Bay A’nın omzunun üstünden oyunu
izliyor. Bay A elbette oyunu kazanmak ister, yani Bay
C ona iyi bir hamle gösterirse, Bay A’ya bir iyilik
yapmış olur. Ama şimdi farz edin ki Bay C, Bay A’ya
TÜM hamlelerinin nasıl yapacağını söylüyor. Her
defasında, Bay A’ya en iyi hamleyi göstererek bir
iyilik yapmış olur, ama onun adına TÜM hamleleri
yapmakla aslında oyunu bozmuş olur, çünkü eğer
onun hamlelerini hep başka birisi yapacaksa, Bay
A’nın oyunu oynamasının hiçbir anlamı kalmaz.
Modern insanın durumu Bay A’nınkine benzer.
Sistem, bireyin hayatını pek çok yönden kolaylaştırır,
ama bunla birlikte onu kendi kaderini kontrol
etmekten yoksun bırakır.
22. ( Paragraf 137 ) Biz burada sadece ana görüş
içindeki zıt değerler ile ilgileniyoruz. Sadeliği
korumak için vahşi doğanın, insanın ekonomik
refahından daha önemli olduğu şeklindeki “yabancı”
görüşleri konu dışı bırakıyoruz.
23. ( Paragraf 137 ) Kişisel çıkar, ille de MADDİ
kişisel çıkar anlamına gelmez. Bazı psikolojik
ihtiyaçların yerine getirilmesi ile de ilgilidir. Kişinin
ideolojisinin ya da dininin gelişmesine yardım etmesi
gibi.
24. ( Paragraf 139 ) Bir ön şart: Bazı bölgelerde salık
verilen belirli bir dereceye kadar özgürlüğe izin
vermek sistemin yararınadır. Örneğin, ekonomik
özgürlüğün (belirli sınırlamalar ve kısıtlamalarla)
ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkilediği ortaya
çıkmıştır. Ama, ancak planlanmış ve sınırları çizilmiş
özgürlük sitemin yararınadır. Birey her zaman bir
tasmayla bağlanmalıdır, bazen bu tasma uzun bırakılsa
bile, (bkz. 94-97. paragraflar)
25. ( Paragraf 1143 ) Bir toplumun ayakta kalabilmesi
için gerekli güç ya da potansiyelin her zaman için o
toplumun insanlara uyguladığı baskı ya da verdiği
sıkıntı ile ters orantılı olduğunu söylemek istemiyoruz.
Durum kesinlikle böyle değildir. Pek çok ilkel
toplumun insanlara Avrupa toplumlarının
uyguladığından daha az baskı uyguladığına dair yeterli
kanıt vardır, ama Avrupa toplumları, herhangi bir ilkel
toplumdan çok daha etkili olmuştur ve bu tür
toplumlarda olan mücadelenden teknolojinin sağladığı
avantajlar sayesinde her zaman için başarılı çıkmıştır.
26. ( Paragraf 147 ) Eğer, suçları bastırdığı için daha
etkili bir yasak uygulamanın iyi olduğunu
düşünüyorsanız, unutmayın ki sistemin suç olarak
tanımladığı bir şeyi biz mutlaka suç olarak
görmeyebiliriz. Bugün esrar içmek bir “suç”tur ve
Amerika’nın bazı bölgelerinde ruhsatsız ateşli silahlı
bulundurmak da suçtur. Yarın, ruhsatlı ya da ruhsatsız
herhangi bir ateşli silaha sahip olmak bir suç
sayılabilir ve aynı şey tokat atmak gibi çocuk
yetiştirmede onaylanmayan metotların başına
gelebilir. Bazı ülkelerde, muhalif politik fikirlerin
ifade edilmesi bir suçtur ve hiçbir anaysa ya da politik
sistem sonsuza dek sürmediğine göre, gelecekte
ABD’de de bunun olmayacağına dair bir garanti
yoktur. Eğer bir toplumun geniş, güçlü bir yasal
uygulama kurumuna ihtiyacı varsa, bu o toplumda
ciddi bir yanlışlığın olduğunu gösterir; eğer insanların
çoğu kurallara uymayı reddediyor, ya da sadece
zorunlu olduklarından uyuyorsa, toplum insanlar
üzerinde şiddetli bir baskı uyguluyor demektir.
Geçmişte pek çok toplum, az bir yasal uygulama ile
hatta hiçbir yasa uygulaması olmaksızın varlıklarını
sürdürmüştür.
27. ( Paragraf 151 ) Elbette geçmiş toplumların insan
davranışını etkileyecek imkanları vardı, ama bunlar
günümüzde geliştirilen teknolojik imkanlarla
karşılaştırıldığında çok ilkel ve etkisiz kalmaktadır.
28. ( Paragraf 152 ) Ancak, bazı psikologlar insan
özgürlüğünü küçümsediklerin ifade ettiler.
Matematikçi Claude Shannon Omni de (Ağustos
1987) şunları söylüyordu: “Köpekler insanlar için ne
ise, bizim de robotlar için öyle olacağımız bir zamanı
gözümün önüne getiriyorum ve makineleri
destekliyorum.”
29. ( Paragraf 154 ) Bu bir bilim-kurgu değildir. 154.
paragrafı yazdıktan sonra Scientific American’da
bilim adamlarının, potansiyel suçluları teşhis
edebilmek ve biyolojik ve psikolojik etkenlerin bir
birleşimi ile onları tedavi edebilmek için, teknikler
geliştirmekte olduklarını anlatan bir makaleye
rastladık. Bazı bilim adamları yakın gelecekte geçerli
hale gelebilecek bu tedavinin zorla uygulanmasını
destekliyor. (bkz. “Suçlu Öğeyi Ararken”, W. Wayt
Gibbs, Scientific American, Mart 1995) Belki bu
tedavinin sadece canilere uygulanacağını düşünerek
sorun olmadığını düşünebilirsiniz. Ama elbette bu
kadarıyla kalmayacaktır. Daha sonra sarhoş sürücü
olması muhtemel kişilere (Onlar da insan hayatı için
tehlikelidir), belki sonra çocuklarını tokatlayan kilere,
ağaç kesme makinelerine sabotaj düzenleyen
çevrecilere ve sonunda sistem için sakıncalı davranan
herkese bir tedavi uygulanacaktır.
30. ( Paragraf 184 ) Teknolojiye bir karşı görüş olarak
doğanın başka bir avantajı da pek çok insan için
doğanın, dini çağrıştıran bir saygınlık taşımasıdır.
Böylece doğa belki de dini bir esasa dayandırılarak
yüceleştirilebilir. Pek çok toplumda, dinin kurulu
düzen için bir destek ve mazeret görevi gördü
doğrudur, ama dinin isyan için bir temel oluşturduğu
da doğrudur. Günümüzde, din ya dar, basiretsiz bir
bencillik için (Bazı muhafazakarlar bu şekilde
kullanıyorlar.) kullanılmakta, ya kolay pata kazanmak
için sömürülmekte (pek çok İncil vaizi tarafından), ya
kaba bir irrasyonalizme sürüklenmekte (Aşırı tutucu
Protestan tarikatları, “mezhepler”) ya da sadece
varlığını sürdürmektedir (Katolik, orta yol
Protestanlık). Teknolojiye karşı olan isyana dini bir
öğe katmak yararlı olabilir; günümüzde Batı
toplumunun güçlü bir dini temeli olmadığı da
düşünülürse. Batı’nın son zamanlarda tanık olduğu,
güçlü, yaygın, dinamik bir dine en yakın şey
solculuğun sözde dini idi, ama bugün sol dağılmıştır
ve kesin, ortak, etkileyici bir hedefi yoktur. Bu
nedenle toplumumuzda teknoloji karşıtı, doğa
temeline dayalı bir din ile doldurulabilecek bir dini
boşluk vardır. Ama bu rolü üstlenecek suni bir din
uydurmaya çalışmak bir hata olur. Böylesi
uydurulmuş din büyük olasılıkla başarısızlıkla
sonuçlanır. Örneğin “Gaia” dinini ele alalım. Üyeleri
GERÇEKTEN inançlılar mı yoksa sadece numara mı
yapıyorlar? Eğer numara ise, dinleri fiyasko ile
sonuçlanır. Eğer o dine GERÇEKTEN inanmıyorsanız
ve diğer insanlar üzerinde derin, güçlü, hakiki bir
etkisi olmadığını görüyorsanız, belki de en iyisi onu
doğa ile teknolojinin arasındaki mücadeleye
karıştırmamaktır.
31. ( Paragraf 189 ) Böyle bir son teşebbüsün
edildiğini farz edelim. Muhtemelen, endüstri sistemi
az çok aşamalı ya da azar azar bir biçimde yok
edilebilir. (bkz. 4-167. paragraflar ve not 4)
32. ( Paragraf 193 ) Devrimin, endüstri sisteminin bir
dereceye kadar aşamalı ve acısız parçalanması ile
sonuçlanabilecek, teknolojiye karşı etkili değişim
hareketlerinden oluşması bile mümkündür, (zayıf bir
olasılık) ama bu gerçekleşirse çok şanslı sayılırız.
Teknolojik olmayan bir topluma geçişin çok zor,
güçlükler ve felaketler ile dolu olacağı bellidir.
33. ( Paragraf 195 )Bir toplumun ekonomik ve
teknolojik yapısı, sokaktaki adamın nasıl yaşayacağını
belirlemede politik yapısından çok daha önemlidir.
(bkz. 95-119. paragraflar ve not 16, 18)
34. ( Paragraf 215 ) Bu açıklama bizim özel anarşizm
anlayışımız ile ilgilidir. Çok çeşitli sosyal davranışlara
“anarşist” denilmiştir ve kendilerini anarşist olduğunu
düşünen bir çok kimse, paragraf 215’teki
açıklamamızı kabul etmeyebilir. Bu arada, şiddete
başvurmayan bir anarşist hareket de vardır ve üyeleri
büyük olasılıkla FC’yi anarşist olarak kabul etmezler
ve FC’nin şiddet içeren metotlarını onaylamazlar.
35. ( Paragraf 219 ) Bir çok solcuyu duydukları kin
harekete geçirir, ama bu kin muhtemelen, güç için
duyulan, tatmin olmayan bir ihtiyaca dönüşür.
36. ( Paragraf 229 ) Toplumumuzda, (bugünkü halleri
ile) bu HAREKETLERDEN yana olan birini
kastettiğimizi anlamak önemlidir. Kadınların,
eşcinsellerin, vs… eşit haklara sahip olması
gerektiğine inanan bir kişinin mutlaka solcu olması
gerekmez. Toplumumuzda var olan; feminizm,
eşcinsel hakları, vs… hareketleri solculuğa özgü bir
ideolojik ton taşırlar ve eğer biri örneğin kadınların
eşit haklara sahip olması gerektiğini savunuyorsa, bu
mutlaka o kişinin feminizm hareketinin de bir
savunucusu olması gerektiğini göstermez. Eğer telif
hakları sorunu, bu uzun alıntının yayınlanmasını
engellerse, lütfen Not 16’yı şu şekilde değiştiriniz.
16. ( Paragraf 95 ) Amerikan kolonileri, İngiliz
egemenliği altında iken, özgürlüğün, Amerikan
Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra
olduğundan daha az sayıda ve daha az etkili bir yasal
teminatı vardı, yine de endüstri öncesi Amerika’sında,
Bağımsızlık Savaşı’nın hem öncesinde, hem de
sonrasında, bu ülkede Endüstri Devrimi’nin
yaşanmasından sonra olduğundan daha fazla kişisel
özgürlük vardı. Hugh Davis Graham ve Ted Robert
Gurr tarafından yayına hazırlanmış Roger Lane’in
“Amerika’da Şiddetin Tarihi ve Karşılaştırmalı
Perspektifler” kitabının 12. bölümünde, endüstri
öncesi Amerika’sında, sokaktaki adamın nasıl bugün
olduğundan daha fazla bağımsızlığı ve özerkliği
olduğu ve endüstri sürecinin doğal olarak nasıl kişisel
özgürlüğün kısıtlanmasına yol açtığı
açıklanıyor.

Devamını okuyun...>>